Mancacılar ve Hayvan Sevgisinin Sessiz Kahramanları
Derya YILDIRIM
Bir Zamanlar İstanbul’da: Mancacılar ve Hayvan Sevgisinin Sessiz Kahramanları
Sokakların, cami avlularının, mahalle köşelerinin kendine özgü bir ritmi vardı bir zamanlar İstanbul’da. O ritim, sadece insanlar için değil, şehrin dört bir yanında yaşayan sessiz dostlarımız için de atardı. Mancacılar, işte o dönemin en güzel yüzlerinden biriydi.
Osmanlı’da sokak hayvanlarını beslemek bir görevden çok, bir yaşam biçimiydi. Halk, hayvanlara olan sevgisini ve merhametini göstermek için sadece bireysel çabalarla yetinmez, bu işi meslek edinen mancacılara da destek olurdu. Mancacı kelimesi, İtalyanca “mangiare” yani yemek fiilinden türetilmişti. Ancak İstanbul sokaklarında bu kelime sadece bir dil köprüsü olmanın ötesinde, bir yardımlaşma kültürünün adı olmuştu.
Mancacılar, halktan topladıkları paralarla ya da doğrudan aldıkları yiyeceklerle sokak hayvanlarını düzenli olarak beslerdi. Kimisi mancacıdan yiyecek alır, kedilere ve köpeklere doğrudan kendisi verirdi. Kimisi de mancacıya parasını verir, onun bu görevi kendi adına yerine getirmesini isterdi. Bu, sadece bir yardım biçimi değil, aynı zamanda bir gönül bağı idi. Hayvanlarla insanlar arasında sessiz bir köprü kuran bu insanlar, Osmanlı toplumunun ne kadar derin bir şefkat ve sorumluluk bilincine sahip olduğunun da kanıtıydı.
Her Mahallenin Bir Mancacısı Vardı
Öyle ki, 1800’lü yıllarda neredeyse her şehirde bir mancacıya rastlamak mümkündü. Sadece İstanbul’da değil, Osmanlı’nın dört bir yanında, Balkanlardan Anadolu’ya, mancacıların sesi yankılanırdı. “İşkembe, kelle, ayak, paça, mancaaa!” diye bağırarak sokaklarda gezerlerdi. Özellikle cuma günleri işlerinin yoğunlaştığı söylenirdi; çünkü o gün, halkın daha fazla hayır yapmak istediği, cami çıkışlarında sadaka ve bağışların arttığı bir zamandı.
Mancacılar genellikle cami önlerinde konuşlanırdı. Cemaat, namaz sonrası vicdanına kulak verip mancacıdan aldığı yiyeceklerle sokak kedilerini ve köpeklerini beslerdi. Hatta bu hayır işini sürekli kılmak isteyenler, düzenli olarak mancacılara para verip onların bu görevi üstlenmesini sağlardı. Bu sistem, hem hayvanların aç kalmasını önler, hem de çöpe gidecek yiyeceklerin israf olmasının önüne geçerdi.
Batılı Seyyahların Gözünden Osmanlı’nın Hayvan Sevgisi
Osmanlı’daki bu hayvan sevgisi ve mancacı kültürü, sadece yerel halkın değil, bu topraklara gelen Batılı seyyahların da dikkatini çekmişti. Fransız yazar Catherine Pinguet, “İstanbul’un Köpekleri” adlı eserinde bu konuya özellikle yer verir. İstanbul sokaklarında başıboş dolaşan ama bir o kadar da iyi bakılan köpekler, yabancılar için şaşırtıcıydı. Batı’da çoğu zaman hor görülen ya da sokaklardan toplanan bu hayvanların, İstanbul’da halk tarafından sevgiyle sahiplenilmesi, o dönemin seyyahlarını hayrete düşürmüştü.
Bu şaşkınlığın en güzel örneklerinden biri de Fransız edebiyatının önemli isimlerinden Alphonse de Lamartine’den gelir. 1833 yılında İstanbul’a yaptığı ziyarette, Türklerin doğaya ve hayvanlara olan yaklaşımını şu sözlerle anlatır:
“Türkler, canlı ve cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşıyor. İster ağaçlar, ister kuşlar ya da köpekler olsun, Tanrı’nın yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar. Hayırseverlikleri, bizde terk edilen ya da zulüm gören bu zavallı türleri de kucaklıyor.”
Bu sözler, sadece bir gözlem değil, Osmanlı medeniyetinin hayvanlara bakışını ve toplumsal değerlerini anlamanın da bir anahtarıdır.
Mancacılık Mesleği: Bir Geçim Kaynağı Değil, Bir Vicdan Meselesi
Mancacılık, yalnızca bir meslek değil, aynı zamanda bir vicdan meselesiydi. Bu işi yapanlar için hayvanları beslemek, para kazanmak için bir araç değil, bir yaşam biçimiydi. Köpek yemi, çoğu zaman herhangi bir şeyle takas edilebilir, hatta bu takasın getirdiği manevi tatmin, paradan daha değerli görülürdü. Mancacılar, Osmanlı halkının tüm hayvanlara verdiği değerin ve onların yaşamlarını korumak için gösterdiği çabanın en somut örnekleriydi.
Gelenekten Geleceğe: Mancacıların Bıraktığı Miras
Mancacılık mesleği, zamanla İstanbul’un ve diğer Osmanlı şehirlerinin modernleşmesiyle birlikte azalmaya başladı. Ancak 1970’lere kadar İstanbul’un bazı cami önlerinde mancacılara rastlamak mümkündü. Özellikle Eminönü, Fatih ve Üsküdar gibi tarihi semtlerde bu kültür uzun süre yaşatıldı. Günümüzde, her ne kadar mancacılar olmasa da, Osmanlı’dan miras kalan bu hayvan sevgisi hâlâ toplumun birçok kesiminde yaşamaya devam ediyor. Sokak hayvanlarına mama bırakmak, barınaklara bağış yapmak ya da sadece bir kedinin başını okşamak bile, o dönemden gelen bir şefkat zincirinin halkalarıdır.
Bugün modern şehir hayatında, hayvan hakları giderek daha fazla önem kazanıyor. Ancak bu konuda gösterilen çabalar, aslında atalarımızın yüzyıllar önce inşa ettiği bir merhamet anlayışının devamı niteliğinde. Bir toplumun medeniyeti, sadece insanlara değil, tüm canlılara gösterdiği şefkatle ölçülür. Ve bizler, bu mirası yaşatarak hem geçmişimize hem de geleceğimize sahip çıkmış oluruz.
Belki bir mancacıdan aldığınız bir parça yiyecek, sadece bir kediyi ya da köpeği doyurmaz; aynı zamanda bir medeniyetin ruhunu da besler.