Bir Başka Göç

Tarih:31.05.2019
Yazan: Galip Sertel
“İnanıp da hicret eden ve Allah yolunda cihat edenler,barındıranlar,yardım edenler,işte gerçek müminler bunlardır”

Kur’ân-ı Kerîm, Enfâl sûresi,74.ayet

Haziran güneşi Silistre şehrinin tren garına sıcak sıcak oturmuş, dargın dargın bakıyor coplu,köpekli,kalaşnikoflu polislere,eski sobalara,isli borulara,kırık dökük mobilyalara,eşya kap kacak,giyim, ayakkabı dolu bavullara,çuvallara ve binlerce Türk’ün ruhunda bir bıçak yarasının derin izleri gibi gözün gördüğü yerlere kadar uzayıp giden raylara…
Göç buradan başlıyor…
Tarihin ne garip cilvesi ki, yüz yıl önceleri “Vatan yahut Silistre” diye haykırmış büyük üstad Vatan Şairi Namık Kemal ve işte,yine yüz yıl sonra, o Tuna dilberi,İslam’ın koruyucu şehri Silistre’den başlıyor “Vatan! Vatan!” diyerek, hayallere sığmayan,akıllara durgunluk veren zoraki bir göçün acı serüveni…Zaten Türkün bir ayağı hep üzengide diyor eskiler ve rastgele mi tarihimizin ötesinden,çok derinlerinden gelen, yüreği dağlayan Göç Destanındaki o çığlık.:
“Bütün kuşlar,hayvanlar,memedeki çocuklar”Göç,göç,göç!” diye bağırmaya başladı…”
Göç deyince, Dobruca’nın ünlü şairi,rahmetli Aliosman Ayrontok’un hüzün verici “tutulmuş milletim göç sellerine” mısrası, kuduz deniz dalgası gibi yıkıp geçiyor sağduyunun sessiz duvarlarını ve şair var gücüyle haykırıyor:

Ayrantok,bir dert var gizli,dilinde
Açık yaz bu şirin ecdat ilinde
Kardeşin gidiyor hicran selinde
Âkıbet ölümden beter mi dersin?

Anlatıyorlar,o göç başkaydı,bu başka…O zaman yıl 1950,şimdi ise 1989…Kırk yıl geçti üstünden,kırk yıl hiç bir şey mi değişmedi?…Değişmesin olur mu!..
Hükümetler,siyasetler,siyasetçiler, tekezeseler(tarım kooperatifleri), hamleciler,”gelişmişsosyalizm””glasnost”(şeffavlık,açıklık),”perestroyka”(yenilenme) ve saire ve saire…Değişmeyen tek bir şey var bu topraklarda…Türk düşmanlığı,aman Türkler geliyor paranoyası,öteki kavramı,biz ve onlar burgacı…
Şurada 93 Harbinden beri, yüz yıldır Bulgaristan Türkleri üzerinde planlı ve programlı bir şekilde uygulanan “geceleri ürküt,gündüzleri malını zapt et” haydut anlayışı, bugün bir Komünist rejimin devlet iç politikasına dönüşmüş. Failleri ise,yirminci asrın”en insancıl”,”en çağdaş”,en-en- enler gibi sıfatlarla tarif edilemez övgülerle süslü,sözde “Marksizm ideolojisi” otoriteleri.Bir üst düzey Bulgar Komünist Partisi yöneticisi televizyonun mavi görüntüsünde memnuniyetle sırıtıyor:
“Şu anda görünen bu olay, göç değil,bir “turizm” hizmeti…Biz, taraf olduğumuz Viyana İnsan Hakları Sözleşmesi ruhunda,Hükûmet ve Halk Meclisin aldıkları insancıl bir kararı uyguluyoruz…Günde bir, iki tren değil,dört,hatta altı,sekiz tren,on,on iki bin ” turizmci” yollamaya göre çalışmalarımızı planlayıp ayarladık, bütün imkanlarımızı yurttaşlarımızın seyahat isteklerini gerçekleştirmek için seferber ettik.”
Oysa otuz-otuz beş yaşlarında bir köylü kadını,iri,tombul yanaklı,kırmızı benizli,toprak,ter kokusu üst başı…Dobruca köylerinden…Kocasını, bir gece gelip, yaka paça evden almışlar,götürmüşler milis güçleri…O gün bu gün ne ses,ne seda…Suçu Türk doğduğu,Türk olduğu ve Mayıs 1989 barış yürüyüşlerine katılması…Hanıma:
“Kocan Mayıs yürüyüşlerine katıldı,devlete karşı suç işledi.Çok Türkçüydü ya,Türkiye’ye yolladık…Topla tasını tarağını,çoluk çocuğunu,al şu kırmızı pasaportunu,yolcusun”- demişler il emniyet müdürlüğünde…
Ve şimdi Silistre garında ayrılık öncesi,”göç treni” /sonra bu trene gazeteler “utanç treni” diye yazacaklar/ trenin kalkmasına az bir zaman kala,torunlar dedelerinin elini öpüyorlar,kadın babasının boynuna hiç kopmayacakmış gibi sarılıyor…Gözyaşlarına boğularak :
“Baba ba! -diye feryat ediyor…Ba baba,seni kimlere bırakayım!”
Yetmişlik-seksenlik dedenin kırışık alnı,yüzü taş kesilmiş,fersiz bakışı donuk donuk,güçsüz elleriyle,canından can,etinden et torunlarını okşamaya çalışıyor ve :
“Sabırlı ol,kızım…Allah sabırlar versin cümlemize…Çocuklarınız var kızım…Onları kurtarın!…”
Neden,kimden kurtarılsınlar?
Buralarda doğmamışlar mı?
Buralarda yürüyüp,gülüp koşmamışlar mı?
Genç kadının feryadı dinmiyor,sesi çınlıyor ortalıkta:
“Baba ba!… Ba baba!!! Seni kimlere,nasıl bırakayım…”
Polisinin itiş kakışı kesiyor bu sesi…Bulgar Komünist rejimin Viyana Antlaşması yükümlülüklerinin icrası…1985′ lerde alınan Müslüman adların, özgürlüklerin iadesi için,1989 Mayıs yürüyüşlerine katıldıkları bahanesiyle, Türkler emniyet koğuşlarına tıkılıyor,bin bir eza cefadan, işkenceden sonra,ellerine dış ülkelere yönelik birer kırmızı turist pasaportu vererek soruyorlar:
– Gideceğin devlet?
– Türkiye Cumhuriyeti.
– Niçin Türkiye ya? Meselâ Avusturya’ya,İsveç’e gidebilirsiniz…İslandaya’da olur…Baksanız ya, size ne geniş bol seçenekler sunuyoruz…Bugüne kadar bizleri,haklarınızı gasp etmekle suçlayıp durdunuz,şimdi de geceli gündüzlü çalışarak verdiğimiz bu “turizm” hizmetiyle mi suçlayacaksınız?”
Ve o Dobrucalı köylü kadının kulakları yırtan sesi:
“Baba ba!… Ba baba, seni nasıl bırakayım…Kimlere bırakayım?!”
Babaya “turist”pasaportu verilmemiş…Aileler maksatla,küstahça,planlı olarak parçalanıyor…Polisler bazı köyleri ansızın kuşatıp,Türkler’in evlerini basıyor. “Vatan hainleri” ,”Türkiye casusları” aranıyor…Bazı köylerde sadece genç erkekleri birtakım uyduruk emniyet emirleri ile toplayıp,otobüslere bindirip,sınır dışı ediyorlar…Şok havası yaratılıyor…Güvensizlik sürüp gidiyor…Doğdukları yerleri terk etmek istemeyenlere,”turist” pasaportu için müracaat etmeyenlere evlerinde,iş yerlerinde,sokakta,meydanlarda tehditler estiriliyor,tedhişlere gidiliyor…
“Bulgaristan Bulgarların!”
“Türkler Türkiye’ye!”
Türkçü damgası almış,sorgudaki bir Türk öğretmeninin yüzüne,emniyet yetkilisi anırırcasına bağırıyor:
“Bu milleti baştan çıkaran sizler,okumuşlarsınız…İnsanlar öyle uysal, öyle kuzu kuzu ki…Bir zamanlar Emek Tarım Kooperatifleri (TKZS”ler) kurulacak dedik,razı değildiler,ikna ettik…Şimdi ekonomik durumlarından memnunlar…Okullarda anadili Türkçe’nin okutulması çocuklarınızın yararına değil dedik,razı gelmediler,yine ikna ettik…Artık yirmi yıldır Türkçe okumuyorlar da dünya mı battı? Çocuklarınızın Bulgar kültürüyle entegre olmalarına yararlı değil mi?…Şimdi de adlarınız Bulgar adı olacak ,Bulgar adları taşıyacaksınız dedik, beş yıldır geceli gündüzlü ne büyük cabalar harcıyoruz.Direniş gösterip,hayır diyorsunuz, çalışmalarımıza çomak sokuyorsunuz…Tarihin akışını önlemek, zamanla yarışarak Marksizmi, diyalektik gelişmeyi durdurmak istiyorsunuz…Halbuki sizi, parasız pulsuz devlet okullarında okuttuk,yetiştirdik…Yüce davamıza,sosyalizme katkıda bulunasınız,aydın yarınlara köprü olasınız diye…Siz ise milliyetçiliğe soyundunuz.Bizim sosyalist toplumumuzda sizin gibilere yer yok.Sizin gibileri yıldıracağız,bezdireceğiz,arkanıza bakamadan,askıda abanızı bile alamadan kaçacaksınız…Kalacak olanlar ise çamaşır makinesinden çıkmış gibi olmalı.Temiz,lekesiz,sadık…Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi öğretmenim… Sen çamaşır makinesinin ne olduğunu biliyor musun?”
Ve onlar,Türk asıllı Bulgaristan vatandaşları her şeyi ve çok şeyleri pek iyi bildikleri için Silistre tren garından sınırdışı ediliyorlar.Seksen kişilik vagonlara yüzlerce insan balık istifi üst üste bindiriliyor,kapıları kilitli,pencereleri kapalı tren vagonlarınla mecburi bir yolculuğa dökülüyorlar Kapıkule’ye doğru…Bu mecburi yolculuk esnasında bazı yerlerde,çeşitli garlarda,öğle üstleri yirmi beş,otuz,otuz beş derece yaz sıcaklarında saatlerce bekletiliyorlar…
Sıcaktan,havasızlıktan,susuzluktan bunalıp bayılan bebekler,çocuklar,ihtiyarlar…
Başka bir emniyet yetkilisi konuşuyor…
“Pek tabii ki mayıs 1989 yürüyüşlerinden sonra yapacak bir şeyimiz kalmadı…O kadar da enayimiyiz ki,Türkleri kurşuna dizip de,dünya kam oyunun hışmına uğrayalım…Onların istekleri olduğunu biliyoruz,lâkin Bulgaristan’ın da jeopolitik durumu,Varşava Paktı’ndaki sorumlulukları var,gözardı edilemez ulusal çıkarları mevcut…Biz Eylül ayına kadar 400,000 kişi atacağız sınır ötesine…Ardından da,yeni yıla kadar bir 400 bin daha uğratacağız ve memleketimizde Türk sorununu çözmüş olacağız…”
Ve Türkler şerefini,onurunu,varlığını korumak istedikleri,korudukları için, Silistre garının arka tarafındakı genişce bir meydandan sınır dışı ediliyorlar….İkiye bölünmüş meydanın bir yanında göç edecek”turistler”,öte yanda uğurlayanlar…
Güneş inadına kızdırıyor.Sicim iplerle çevrelenmiş alanın önünde Bulgar gönüllü polisler bunaltıcı sıcağın etkisinde kollarını sıvamışlar, omuzlarındaki kalaşnikofları uğurlamaya gelenlere yöneltmişler,her an ateş etmeye hazır bir vaziyette nöbet tutuyorlar…Ne tuhaf haller,ne garip mantık…Güç gösterisi ve “turizm”…Zoraki göç,etnik temizleme değil,şanlı bir “turizm”hizmeti…Hem de nasıl! Genellikle erkekler emniyete götürülüp,Mayıs 1989 yürüyüşlerine iştirakları bahane edilerek,türlü işkencelere maruz kalarak,ellerine, kendisi ve ailesi için yurt dışı bir kırmızı ” turist” pasaportu verilip,yirmi dört saat içinde memleketi terk etmeleri isteniliyor.Öte yanda tren garında ellerinde kırmızı “turist” pasaportlu insanlardan kuyruklar oluşuyor…Göç edeceklere yardım amaçlı simsarlar devreye giriyor…Rüşvet,yalancılık,dolandırıcılık,çapulculuk,yağmacılık gırla gidiyor…Bedavadan el değiştiren mal mülk…Komünist yönetimin hükûmeti kararname yayınlamış… Beş yıl boyunca,yani turistler gittikleri ülkelerden geri dönünceye kadar, taşınmaz malları,mülkleri belediyelerce korunup güvenceye alınsın diye…İyi de aynı zamanda evini satmayınca trene ya bilet verilmiyor,ya turist pasaportu vermek için evin satış belgesi isteniliyor…İşte minareyi çalmak isteyen kılıfını da böyle uydurur… Yörenin ileri gelen yöneticileri ve Parti kodamanları el ovuşturuyorlar.İşleyecekleri her eylemi kanunlaştırıyorlar…Aç gözlü kurtlar gibi Türkler’in evlerini,bağlarını,yazlıklarını sahipleniyorlar…Bazıları hepten de tepegöz.Şehirlerde yaşayanların dairelerini sahte belgelerle doğmamış torunlarına bedavadan alıyorlar…Evler bedava ve insanoğlu insan şu kısacık ömründe zar zor bir ev sahibi olabiliyor ve evler bedava.. İktidar küpünün balından payını alamayanlar ise otomobillerle köy köy gezerek , köy sokaklarında başı boş dolaşan sahipsiz başıboş bırakılmış hayvanları,kapıları açık kalmış, terk edilmiş evlerde ne bulurlarsa kamyonlara yükleyip yağmalıyorlar… Bir hani ya yağma zamanı…Bütün Türkler adeta bir şok içinde… Kimsenin konu komşu malı mülkü ile ilgilenmeye vakti yok…Herkes nasıl gideceğim,ne olacak benimle diye kendi başının çaresinde…Herkes kendi derdinde…
Bir Dobrucalı anlatıyor:
“İşten eve dönünce ne göreyim…Avlu içinde buzağılı bir inek,bir eşek ve eşek arabası…Bunlar da ne dedim karıya…Bırak,sorma dedi ağlayarak…Mehmet dayımın Mustafa’ya pasaportunu vermişler,yirmi dört saati bekleme,çünkü yurdun başka bir köşesinde sürgünde bulursun kendini,derhal çık git demişler.”
Evde hayvanlar açlıktan öleceklerine,bize getirmiş …Helâlaşıp gitmiş Mustafa…Tepem attı…Bir anda Musafalar’da buldum kendimi…Kapılar açık saçık…Camlar kırılmış…Elektrik lambaları yanıyor… Kurban kesmiş, eşikte kanını akıtıp evin önündeki zerdali dalına asmış…Dalın altında birkaç köpek hırlayarak yalanıp duruyor.. İçeri girdim..Darmadağınık her taraf…Demek hırsızlar burasını da taraşlamışlar…Bir de evin duvarına,iç tarafa,pençerenin altına eğri böğrü harflerle, kırmızı boyayla”pis türkler bulgaristandan dışarı” diye yazmalarıyla kimliklerini belirtmişler…Ruhumu önce bir yalnızlık,terkedilmişlik korkusu,sonra derin bir isyan ile nefret sardı…Yarabbim nedir bu yazgımız dedim…Bu göç değil…Bu bir vahşlet,bir barbarlık…”
Göç deyip zorla uğratılıyorlar…Oğul gidiyor,ana baba kalıyor.Evlât kalıyor,baba gidiyor.Kardeş gidiyor,kardeş kalıyor…
Orada,Silistre garında,Haziran güneşinin yakıcı öğle sıcağında,gerilmiş sicim iplerinin boyunda,oğlunu uğurlayan bir anne,kalaşnikoflu polislerin karşısına çökmüş,uful uful söyleniyor kendi kendine…
“Siz nereden bileceksiniz!…Evlât acısı başka…Doğarken belden kopuyor,ayrılırken yürekten …Ayrılık acısı başka…Siz nereden bileceksiniz…”
Oğul,gelin,torunlar iplerin öte yanında…Biraz evvel çağrılmışlar trene binmek için…Ağlayarak el sallıyorlar gerilmiş sicimlerin önünde oturmuş,harabeye dönüşmüş anneye…
Megafonla tek tek çağrılıyor cetvelde adları yazılı “turizmciler”…Kulakları sağırlaşmış bir dede annesine çıkışıyor:
“İşitmedin mi mare?… Galiba bizi çağırdılar, fidan dediler mare…”
1985 de,Bulgaristan’da Müslüman adları Hristiyan adlarla değiştirme kampanyasında Türkler’in çoğu,sanki de birer denek gibi, hükûmetçe teklif edilen Hristiyan adları değil de, ağaç,çicek adları almışlar ve bunları da işitmek istemiyorlardı…
“Galiba, fidan dediler mare…”
Vagonlara bindirilecek “turizimcileri” çağıran emniyet yetkilisi:
“Şurada,beş senedir, adlarınızı öğrenemediniz…Ne geri zekalı,ne kalın kafalı insanlarmışsınız yahu!” diye mızmızlanırken, yanındaki meslekdaşı:
“Aldırma,Binbaşım ! – diyor…Boş ver,on saat sonra,Kapıkule’de bu adlara gerek kalmayacak…”
Ve ikisi de alaylı alaylı gülüyorlar,dolu dolu zevk alarak …İnsan oğlu insan, emniyet yetkilileri! İnsan oğlunun bir devlette sizlerden başka güveneceği bir kurum mu var ?! Ve bu gibi insani değerleri umursamamak,hele hele hiçe saymak, belki de Bulgar tarihinin en acı,en bahtsız mirası.Onlar Bulgar adını taşıyorlar,amma o adın altındaki öz varlığı,milli değerlerini zamanın ve tarihin haşin rüzgarlarında yitirmişler, koruyamamışlar…Binlerce öz kardeşlerinin vebali, kıyımı sonucu Hrıstiyanlığı kabul ederek Slavlığı benimsemişler,ana dillerinden vazgeçmişler…Belki de buralardan kaynaklanıyor öz geçmişleriyle kopukluğu,bağsızlığı,sadakatsızlığı…
“Bulgarlar!ar’ın Vaftiz Zamanı” ve “Alfabe Uğruna” adlı sinema yapıtlarını seyrettikçe bizlere diyorlar,, Bulgarlara tarihin gayri ihtiyari serüveninde olanlar olmuş.Ecdadımıza ahlâksızca,acımasızca yapılanlar, neden bugün de Türklere uygulanmasın bağnazlığı hülyasında boğulup kalmışlar. Biz ve ötekiler burgacı bataklığında çaresizce bocalayarak,bir kimlik arayışına saplanıp, evrensel insan hakları nimetinden bir hoş nida nasip alamama bahtsızlığında dura kalmışlar. Kişinin şahsiyeti için bir adın nice mutluluk kaynağı olduğu bilincine ulaşamama bedbahtlığı zihinlere çökmüş. Bir takım dış emperyalist güçlerin de desteği ile bir büyük Bulgar şovenizmi besler amil olmuş…
İnsanın adı! Hele de o ad, kulağa yüce ezanın kutsal ve ulvi sesiyle üflendi ise…

paylaşmayı unutmayınız