Zulmü Yenenler Kadınlarımızdı

Tarih: 19 07 2019
Yazan: Neriman Kalyoncuoğlu

Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK’ün inisiyatif ve öncülüğünde mart ayında toplanan Birinci Türk Dünyası İstanbul Kurultayı, Türk kavminin dönüşerek değişim ve yenilenme yolunda çok önemli bir aşamadır. Bizler çok büyük bir dünyayı temsil ediyoruz. Dünyamız, coğrafya olarak olduğu gibi, sosyal ekonomik ve kültürel gelişim olarak da çok renklidir.
Son hedefimizde yaşadığımız uygarlığı daha yüksek bir aşamaya taşımak ortak çabalarımızla olacaktır. Birbirimizi tanımamızın anahtarı kültürlerimizdir. Tüm renklerinin özünde Türklüğümüz, İslam bilinç ve ahlakımız, geleneklerimiz, ortak yaşam tarzımız var.

Neslim, totaliter zulüm devrinin tarihin çöplüğüne itildiği, özgürlük, adalet ve demokrasi devrinin hayat hakkı kazandığı yeni günlerde yetişti. Bu dönüşüm bütün Türk Dünyasını kucakladı. Bulgaristan’da, isimlerimizi değiştiren, dilimizi, dinimizi ve geleneklerimizi yasaklayan Todor Jivkov diktatörlüğü 10 Kasım 1989’da devrildi, ardından “Berlin Duvarı”nın düşmesiyle, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağıldı. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını elde ettiler. Bu gelişmeler olmasaydı bir bugün burada toplanıp Türk Dünyası kadınlarının gür sesini dünyaya duyuramazdık.

Samimi konuşmalarınızdan ülkelerimizdeki sorunların çok farklı olduğu izlenimiyle kaldım. Ne var ki, hepimiz halk iradesinin egemenliğine açılan yeni günlerde toplumsal dönüşümlerin ana devinim gücünün Türk kadını olduğu görüşünde birleştik. Türk kadını gücünü birlik ve beraberlikten almıştır. Ana güç kaynağımız aramızdaki dayanışmadır.  Bu bakıma Türk Dünyası Kadın Hareketi toplumun ana problemlerinin, yeni olanın eskiyi tarihe itme savaşımının, reformların, anti- emperyalist, milli kimlik ve milli egemen Türk devleti kurma savaşımının içinde oluşmuş ve biçimlenmiştir.

Bundan 140 yıl önce Osmanlıdan koparılan, dolayısıyla ana-vatandan, milli Türk kimliği, bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti kurma davasından uzak kalan Bulgaristan Müslüman Türkleri bütün bu sürede Türk halkından ilham alarak Türklük ruhunu yaşatmayı başarmıştır.  Umudun söndüğü zaman, Türk gençliğinin en zor ödevleri de başaracağına olan inanç  asla sönmedi.

Bulgaristan’dan önce Osmanlıdan kopan Rumeli topraklarında Yunan, Sırp ve Hırvat devletleri kurulmuştu. Ege adalarında katledilen 15 bin Türk’ün kanı yerde kalmış,  Sırbistan ve Hırvatistan’da ise Osmanlı kale, köprü, meydan, hamam ve çarşılarının adı korunmuş ama Türkler sıkıştıkça Anadolu’ya çekildi. 1870’e kadar “Rum millet” olan Bulgarlar, birden bire kuşak üzerine büyük tokalı kemerin sol yanına kamalı kılıf taktı. Kalpağın boyunu uzattı. Türklerin malına mülküne göz dikti.

Özgürlük, anayasa, seçime ve seçilme hakkı, insan hakları ve ulusların maddi ve manevi zenginliği hoşgörümüzün ve iyi komşuluğumuzun yerini alırken olup biteni anlamak zorlaştı.  Bulgar soyundan milliyet biçimlenirken yetiştiği ortamı yadsıma ve kendinden olmayan niteliklere sevdalanma yaşandı. Bulgar milleti Orient’te oluşurken, Batı saldırganlığı Türk Bulgar ayrımı yapmadan, Osmanlı’dan olan her şeye kötü demişti. 1878’den sonra Müslüman unsur Hıristiyan unsurdan ayrılırken, özüne kendinden olmayan her şeye karşı düşmanlığın ırkçı üstünlüğü aşılandı. Bu ters yüz gelişmeyi 140 yıl sonra değerlendirdiğimizde Bulgarların yalnız beraberce yaşadıkları Müslümanlardan değil, birlikte yaşadıkları diğer etniklerin hepsinden de uzaklaştığını görebiliyoruz. Aynı zamanda kendilerinden olmayanları ötekileştirerek, tek dilli, tek milletli devlet kurma çabalarında da yalnız kaldıklarını ve başarısız olduklarını görüyoruz. Bulgarlar,  Osmanlı’dan koparken Rus Çarı II. Aleksandır’ın esaretine düştüklerini kavrayamadılar. Bey gibi yaşadıkları Osmanlı devrine “esaret” demeye alışırken, bir de Rus çizmesi altında ezilmeye alıştılar. Ulusal egemenlik ve bağımsızlık idesini savunan birer ikişer kayıplara karıştı. Müslüman Türkler ise hem Bulgar hem de Rus olmak üzere, çifte esaret altına düştüklerinin farkında olsalar da, çok yaralı olduklarından yapabilecek bir şey yoktu.  Onları düşünen de yoktu. 1879’da kendilerinin Anayasası olmayan Ruslar, Bulgar Prensliği için, Rusça bir Anayasa yazmış ve Bulgar diline tercüme edilmeden Birinci Tırnova Büyük Millet Meclisinde kabul edilmesinde direnirken, Prensliğin resmi dilinin de Rusça olmasını istiyor ve ülke adının da “Rusya İmparatorluğu’nun Tuna Boyu Eyaleti” olmasında ısrar ediyordu.

1877-1878 Rusya-Osmanlı İmparatorlukları Savaşı’na kadar yüzde yüz İslam kurallarına uygun yaşayan Bulgaristan Türkleri, özellikle kadınlar, yeni durumu idrak etmekte çok zorlandı. Kendi köy ve kasabalarında yüzde yüz yabancı bir ortama düştüler. Bulgar Prensliği’nde “İslam Işığında Kadın Meselesi” çözülemeyen bir gizem olarak ortada kaldı. Esaret altında bulunduğumuzdan ailelerimizde Bulgaristan Müslüman Kadını’nda “İslam’daki Kadın” ya da “İslam’a Göre Kadın”  aranmadı. Ümmetimizde  – Türk, Pomak, Çerkez, Çingene, Gagavuz, Tatar – olmak üzere, aynı dinde birbirine kenetlenmiş, 6 etnik unsurdan oluşmuştuk. Parçalanmamız imkânsızdı. Baskılarla merhametsizlik arttıkça, dayanamayanlar karadan denizden göç ettiler. Kalanlar Türk kimliğinde yine dikey bir varlık oluşturdu. Gelenek ve yaşam biçimi, ahlak ve eğitim kuralları aynı kaldı.

Osmanlıya karşı gizli örgütlenen, komitacılık, çetecilik ve  ayaklanmalar için el altından para alan Bulgarlar, ezgin, bezgin ve sürüngen kaldılar, yatay yapılanma biçimini seçtiler ki, dikey biçimlenen Müslüman Türklerle buluşma ve kesişme olanaklarından uzak kaldılar. Ne var ki, dayanıklı ve uzun ömürlü devlet kurabilmek için dikey örgütlenmek gerekiyordu. Ancak dikey yapılanan halklar öncü ve başı çeken olabilirdi. İşte bu noktada biz Türkler Bulgarlarla ayrıldık ve bir daha da kaynaşamadık. 1989’da  “Türklerden 3 016 hafiyemiz vardı”  demekten çekinmeyen Bulgar devleti, aslında Türk ağıcından 3 016 kurtlu meyve düştü, biz de onları sepetimize topladık diyordu ki, dalından düşen, o dalda daha sonra ne olup bittiğini asla bilemez.

Tarihte devletlerini hep yatay kuran Bulgarların devlet ömrü 150-200 yıldan uzun olmamıştır.
İnsanı ve toplumu, hele Türkleri TV komandosuyla yönlendirmek mümkün değildir.

Bizde kadınlar camilerde imamlık yapmaz, camilerimiz kadın-erkek karışık değildi. Kandil ve bayramlarda, Mevlitlerde camilerin balkon kesiminde ya da ayrı bir ibadet odasında bulunurlar. Kuran-ı Kerim’in inanan kadınlara ve inanan erkeklere hiçbir ayrım yapmadan hitap ettiği bilinir. Bu bakıma, ümmetten çıkarak millet olma hamlesinde kadınlarımız erkeklerin yanındaydılar.  Biz, Türk kimliğini ve milli kimliğimizi İslami ölçüler içinde hayatın yollarında birlikte ilerlerken Hıristiyan toplum içinde eriyip asimile olmadık, hiçbir konuda ödün vermemeye gayret ettik. Bu özgün koşullarda, özellikle de erkeklerin geçen asır askerde, savaşlarda olması, şehirlerdeki fabrikalarda ve madenlerde çalışması sonucu, Bulgaristan Türklerinde kadın erkli aile oluştu. Bu koşullarda çocuk eğitimini üslenen kadın, aile içinde, küçük ve büyük ortamlarda Türk ruh halini oluşturma, yönlendirme ve yaşatma ödevini de üslenmiş oldu. “Yuvayı dişi diş kurar” atasözü bizimdir. Bu bakıma insan haklarının, özgürlüklerinin ve toplumda her inananın eşit olduğuna bağlı kalan Bulgaristan Türk kadını, başka din ve milletten olanlara hiçbir konuda, hiçbir zaman ve hiçbir yerde üstünlük tanımamıştır. Çocuklarımız da bu ruhta eğitilmiştir.

Toplumun tarihi ve hukuki anlamdaki değerleri de kökten değişirken, Bulgaristan Türk kadını dilini, yaşam bilgilerini ve ahlakını hoşgörü ve yardımlaşma ortamında koruyarak etnik Türk topluluğunu oluşturabildi. Şeriat sisteminden çıkıp asli hukuka geçerken etnik azınlık, kolektif haklarımız ile vatandaş haklarımız ve olmazsa olmazımız olan anadilimiz, dinimiz ve kültürel kimliğimiz ciddi tehlike yaşamaya başladı. Kuran’ı Kerimi hatmetmişin üzerinde tahsilli kadınlarımız yoktu. Eritilerek yok edilmemiz manevi kimliğimiz 100 yıldan beri hedefleri oldu. Türk kimliğimizden ötürü soyulmakla kalmadık, göğsümüze silah dayandı, birçokları kadın, şehitler verdik, sürgüne gönderildik, içeri düştük. Üzerimize gelen düşmanlık çığlarını göğüslerken Bulgaristan Türk kadını her zaman ve her yerde eşinin ve ailesinin yanında oldu. Ortak dokumuzu kadınlarımız ördü.

Bulgaristan Müslüman Türk kadınının uyanışı çok ağır koşullarda gerçekleşti.

Osmanlı ümmetinden çıkarken Türk kimliğini hayata taşıyan Türk kadını okut yazar değildi, dünya kültüründen uzaktı, kapalı kapılar ardında olsa da, halk kültüründen, halk bilgeliğinden ve daha güzel günler ümidinden güç alıyordu.  Din dersleri devam ediyordu. Hayatı, kâinatı ve varlık meselelerini çözmek, madde nedir, ruh nedir, nereden geldik, nerede durduk, neden bu durumdayız, ışık nerededir, dönüşüm ve değişimin yönü nedir sorularına cevap sunan müessese dindi. Bu arada milli kültürümüzün en temel en önemli kurumlarından birinin din olduğunu herkes biliyordu. Latin alfabemiz 1878’den 40-50 sene sonra sınıf odasına girdi. Bulgar vatanında dinini bilmeyen bir insana vatandaş denebilir mi sorusu öne çıktığında, kadınlarımız savunduğumuz dini öğretmeyi üstlendi. Bu yolun başında biz Müslüman Türk’üz vardı. Yıllar içinde hayat kavgası koşulları ağırlaştıkça ağırlaştı. İlk kitlesel isim kırım, din kırım, gelenek kırım ve yaşam tarzı kırım Rodoplar’da yaşandı. Yıllardan 1913’tü. Deist ve ateist, cami dışı kalan genç gruplar belirdi. Bu bahiste bizim adımız Müslüman’dı. Dün öyleydi, yarın da öyle kalacaktı.

Türk kimliğimiz ortaya çıkarken özelliklerimizi sahneye çıkaramadık. Sanatımız kına gecelerinde, düğünlerde, bayramda seyranda, ozanlarla ocak başında kaldı.

Türk kimliğimiz doğarken sabahyıldızımız Mustafa Kemal Atatürk oldu. Onun aldığı her karar Bulgaristan Türkleri için de geçerliydi. Turan ocakları, sportif kulüpler, sanat grupları kuruldu. Etnik azınlık olarak milli müsabakalara katıldık. Birincilerin kazananların önünde parladık.

Bulgar Prenslik ve Krallığındaki kırılma ve yıkımlar her defasında Müslüman nüfusu da etkilemiştir. İç çelişkileri ve parçalanmışlığı aşıp bir türlü millet olamayan Bulgar kavminin acıları, kanlı kapışması her defasında Türklerin üzerine de sıçramıştır. 1925 ve 1934 askeri darbeleri 212 bin Müslüman’ın toprağından sökülüp göç etmesine neden olurken gidenler hep aydın, yetenekli, becerikli, öncü vasıflı kesim olmuştur. Her göçte Türk dokusu seyrelmiştir.

Tüm güçlüklere rağmen, Şumnu’da Nüvvab din okulu ve pedagoji okulunun açılmasıyla 1924’ten başlayarak Bulgaristan Türkleri kendi aydın kadrolarını kendileri yetiştirmeye başlamış, ilk Türk kadın öğretmenlerimiz de ders odalarına girmiştir.

Bu eğitim öğretim merkezlerine giren Hocalar,  Türklüğü derin geçmişi olan bir ruh hali olarak algılıyordu. Onlara göre Türk,  tarihin en büyük oluşumlarından biriydi.

Bu mücadelenin yeni aşaması, İkinci Dünya Savaşından sonra kültürel yaşam özgürlüğümüz açısından “Altın çağı” dediğimiz 1950’li yıllarda yaşanmıştır. O zaman Sofya, Razgrat, Çumen, Stara Zagora (Eski Zara), Haskovo ve Kırca Ali’de Türk lise ve pedagoji okulları, Sofya Üniversitesi’nde 4 Türkçe Fakülte açılmış, kızlarımız öğretmen, eğitmen, hemşire ve ebe mesleklerine yönelmişlerdi. Kırca Ali, Şumen ve Razgrat’ta sahne sanatımız, köy ve kentlerde özenci Türk sanatı dal budak saldı, şair ve yazar ordumuz sıra düzdü, Türkçe 5 gazetemiz, “Yeni Hayat” dergisi çıkıyor, radyo yayınlarımız muntazamdı.

1958’den sonra okullarımızın devletleştirilmesi, Türk ve Bulgar okullarının birleştirilmesi yeni yeni yeşeren Türk kimliğimizin budanması devrini başlattı ki, 50 yıl sonra bu kıyım ve kırım devam etmektedir. Şunu önemle belirtmemiz gerekir. Azınlıklara kültürel hakların tanındığı 1950’li yıllarda bile Bulgaristan’da Türk azınlık dışında öteki Müslüman etniklerin kendi ayrı okul ve kültürel etkinlikleri örgütlenemedi. Toplayıcı olan, Türk okulları, sanat ve kültürüydü.

Biz bugün elektronik çağda yaşıyoruz. Elektronik araçlarla, örneğin internet üzerinden ortak bilinç oluşturulabildiği ve kolektif ruh halinin kitleleri harekete geçirebildiğini 2014’te Plamen Oreşarski hükümeti döneminde DPS milletvekili D. Peevski’nin DANS (Milli Güvenlik Devlet Ajansı) Başkanı atanmasına karşı örgütlenen gece protesto mitinglerinde gördük.   Türkiye Cumhuriyeti’nin desteği ve yardımlarıyla geleneksel edebiyat ve sanat eserlerimizi derleyip toparladık. Kadın yaratıcılarımızın şiir ve düz yazı derlemeleri, göç yolu çileleri, Bulgaristan öyküleri yayınlandı. Biz Bulgaristan Türkleri edebiyatı olan bir etnik topluluk oluşturabildik. Bu şahlanışın içinde kalın çizgi kadına ve aileye olan sevgidir. Kadınlarımız, çocuklarımız ve vatan geçmişimizin ve geleceğimizin bugünümüzün düğümüdür. Bulgaristan Türk kadını doğruluk ve namus kıstasıdır. Bu ölçü yalnız aile ve mahalle, köy ve kasaba ortamı için geçerli olmakla kalmayıp, memleket ve devlet açısından da belirleyici olandır.

Aile bağlarının koptuğu ve sosyal yaşamın çöktüğü bir devir yaşarken ahlak kuralları da çözülen Bulgar kavmi, Müslümanların düzenli ve ahlaklı yaşamını kendi içlerine akıtıp milletleşme çabalarında yerli Türk topluluğundan yediği tokatla bir daha toparlanamamak üzere sarsıldı. 20. Yüzyılda devlet siyaseti olarak tırmandırılan eriterek asimile etmenin 21. Yüzyılda geri teperek, Bulgar kavmini geri dönmemek üzere yuvasından uçurduğuna tanık oluyoruz. 1985’te Türklere son saldırıdan önce 9 milyon olan Bulgaristan nüfusu 5 milyon kişi kaldı. 1984-85 başlayan Bulgar ruhundaki kırılma bir daha toparlanamadı. 1984’te ayağa kaldırılan Bulgaristan Türklerinin üzerine salınan Bulgar Halk Ordusunda 1985’te 42, 1986’da ise 60 asker intihar etmiştir. Bu gerçeklerden 40 yıl söz edilmedi. Askerlerin intihar etmesi Bulgar halkının derin ruhsal bunalımına kanıttır. Şöyle ki, 1988’de Bulgar devletinin iflas etmesi de Türklere uygulanan baskı ve terörle sıkı bağlıdır.  Bu gelişmeler, Bulgaristan Türk ruhunun daha 1989 Mayıs Ayaklanmasından önce Bulgar ruhunu yendiğine kesin kanıtlar sunmuştur.

Aktif katılım hakkı: Seçelim ve seçilelim

2019’da çizilen tabloda daha önce topluma açık forumlarda tartışılmayan renkler var. Bunlardan biri şöyle biçimleniyor. Bulgaristan Müslümanları Sofya meclisinde birinci parti olabilir. Olursa ne olacak. Bulgar milliyetçiler “Türklere hükümet kurma hakkı tanımayacağız!” diyorlar. Sofya’da Türk hükümeti kurulmasına izin verilecek mi?

2040 yılında ülke nüfusunda Müslüman azınlık çoğunluk olacak.

Müslüman kadınların pasif oy kullanma hakkını büyük bir örgütlülükle kullanması ülkenin kaderini değiştirmeye güç topluyor.  Derneğimizin temel ödevlerinden biri 620 bin oyumuz olan soydaşlarımızın yalnız pasif oy potansiyeli olarak değil, seçme hakkıyla birlikte seçilme hakkını da kullanarak, aktif katılım sağlaması, meclise dolması yolunu açmaktır. Bu yol en büyük iş makineleri kullanarak açılmalıdır. Demek istediğim kaskatı katılaşmış Bulgar hukuk fikrini bilgi ve adalet duyumu ile yenmemizden geçiyor. Başarılı öğrencilerimizden 20’sini, hemen, daha bu yıl Sofya “Kliment Ohridski”  Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne, Sarbona ve Oxfod Üniversiteleri Hukuk Fakültelerine kaydettirmeliyiz, mali destek bulup göndermeliyiz. Biz Bu amaçla dış ülkelerde bulunan, çifte vatandaş seçmenlerin seçimlere aktif seçmen olarak katılması için mücadele veriyoruz. Şu an 3 milyon vatandaş yurt dışındayız ve pasif seçmen durumundayız. Bulgar meclisine 20 bin oyla giriliyor. Potansiyelimiz 150 milletvekilidir. 240 milletvekilli Sofya meclisinin % 62’isine hakim olma ve toplumsal düzeni, politik kuralları değiştirip, çok kültürlülüğü ve çok etnikli siyasi toplum yapısını yerleştirebilir. Değişerek yenilenme, faşizm ve totalitarizm kalıtından kurtulup adalet ve demokrasi düzeni kurmak hedefimizdir. Bu, 21. Yüzyılın barışçı yoludur.

İşte bu nedenlerle, İstanbul’da toplanan Türk Dünyası İlk Kadın Konferansının önemi olağanüstü büyüktür. Biz bilgi ve deneyim değiş tokuşunda bulunduk ve ruhen çok zenginleştik. Birbirimize söyleyeceğimiz, paylaşacağımız o kadar çok şeyler varmış ki.

Ben Dr. Cemile Kınacı’nın Kazakçadan Türkçeye kazandırdığı eserleri okurken gurur duydum. “Marfuva”, “Süzge Hanım” ve “Bozok Güzeli” ni  21. Yüzyıla çağıran yazar Bayan Şerbanu Beysanova’yı kutluyorum.  Yazılan eserlerle halkı bilinçlendirerek, Kazak kadınının toplumsal statüsünü yükseltmeye çalışan aydınları,  “Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi”  1920-1928 eserinden herkesin tanımasını öneriyorum.  “Yok olsun okur yazar olmamak!” sloganını kaldıran Kazak kadınları, aslında mal olmaktan kurtuluş mücadelesi vermiştir.  Dolayısıyla Kazak kadınının kültürünü, sanatını, edebiyatını geliştirerek, bunlar üzerine milli bilinci ve milli duyguları uyandırmak hedef olmuştur.

Bizim, Bulgaristan’da okuma ve konuşma yılımızın yasaklanmış olmasının derin anlamına,  okuduğum bu klasikleşmiş eserler sayesinde dolaysız yoldan inebildim.

Ankara’da edebiyat çalışmalarına eğilen arkadaşlarımız Yusuf Türkoğlu’ndan  “Susmanın Bedeli”, Faik Gökay kaleminden “Kime Niyet, Kime Kısmet”, Hüsniye Berraksu kaleminden “Rodop’tan Ege’ye” , Nurettin Yılmaz kaleminden “Ömür Serüveni” ve Sabri Com kaleminden “Adaletin bu mu, Dünya”  gibi eserler yayınladılar.  Yine şair arkadaşlarımızdan Hüseyin Güntekin “Yaralı Gönül” karma şiirleriyle ve Bayan Havva Pehlivan Özgür “Ezerçe’den Çıktım Yola” resimli eseriyle vatan özlen imimizi yeniden okşadılar.

Devam eden çalışmalara biz Bulgaristan Türkleri Stratejik Araştırma Merkezi BGSAM, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK, elektronik yayın ekibi “bghaber.org” ve “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi ve memleketimizin dört bir yanındaki muhabirlerimizle birlikte çok aktif bir katılım sağlıyoruz.  Hedefimiz 1989 kitle göçüyle parçalanan Türk bilincini ve ruhunu birleştirip bütünleştirmek ve Türk Dünyasının bütünsel zekâsına katmaktır.  Bulgaristan Türkleri araştırma edebiyatı külliyatına biz de, BGSAM yayınları olarak, Bulgaristan Müslüman Türkleri kaderine ışık tutan 56 araştırma eseriyle katkı sağladık. Bu çalışmalarımızla, bu ezgin halkın geçmişine ve bugününe dayatılan bakış açısından değil, ilk kez determinist bir yaklaşımla, kapsamlı bir çalışmayla gerçeklerin ışığından esin alarak yaklaştık ve belirli bir mesafe alabildik.  1878’den ve daha öncesinden, o iğrenç savaşın neden ve köklerine inerek ve yalanları silkeleyerek Prenslik (1879 – 1908); Çarlık (1908 – 1948) ve sosyalizm ve totalitarizm (1944-1989)  ve 1990’dan sonra sözde demokratikleşme yıllarına eleştirel bir yaklaşımla yaklaştıktık. Bulgaristan Müslümanlarının çekili alın yazısını, zulüm aşamalarını, çatışmalarımızı, yenilgi ve zaferlerimizi,  paralel bir siyasi çizgi olarak açtık ve önce kendi halkımıza duyurduk. Türk kimliği yaratma, insan ve azınlık haklarımızı elde etme, özgür, adıl ve demokratik bir rejim temelinde ve hukukun üstünlüğü esasında bir vatan özlemimizi dile getirdik. Geçmişimizle geleceğimizi bugünün problemleriyle düğümledik.

BULTÜR’ün yayınladığı 16 eser ise “Türk Olma” konusunu açarken, Bulgaristan Türklerinin Gök Kubbesi, Bulgaristan Türklerinin formatı, Türk Dünyasına doğru adımları, Devlet ve siyaset ilişkilerini, Bulgaristan Türk Milli Azınlığının oluşum ve biçimlenme serüvenini, Bulgaristan Türk zihniyetini, bilime susamışlığınızı, tarihte, edebiyatta ve sanatta büyüklerimizi vb anlattık. Bu çalışmalarımız hayatın içinden Türk çizgilerine su vererek  ve Tük kimliğimizi renklendirerek devam ediyor ve edecektir.

BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ün  “50 Yıl Mücadele” ve Bulgaristan Türklerinin Kimlik Mücadelesi” eserleri de gerek T.C.’de soydaşlarımız arasında, gerekse Bulgaristan’daki kardeşlerimiz arasında çok derin yankı uyandırdı. Birinci eserde o, Bulgar devletinin “yok bizde böyle insan” dediği Türkleri Türk Dünyası’nın her başkentinde ve hatta Türklerin yaşadığı her yerde kamuoyuna tanıttı, basında, radyo ve TV programlarımızda sesimizi duyurdu ve “demir perde” yılları yalanlarının ipini pazara çıkarırken, şanlı halkımızın muzaffer kavgasını parlak bir şekilde anlattı.  İkinci eserinde ise, Bulgaristan Müslüman Türklerinin soyu, kökü, tarih yolu, dili, dini, edebiyatı, sanatı kültürü ve Balkanlara getirdikleri medeniyeti yazdı. Bulgaristan Türkleri öyküsünün yalnız ve öksüz bir hikaye olmayıp, dünyanın en büyük imparatorluğunun hayat yolundan bir halka, mert ve kararlı, yüksek vasıflı, bilge ve zeki bir halk topluluğunun hayat ve vatan için savaşımından bir sayfa olduğunu anlattı. Bu eserde iz bırakan büyüklerimizi bulabilirsiniz. Bulgaristan’da yaşayan tüm diğer etnik Müslüman azınlıkların ve Müslüman olmayan azınlıkların arasında, milli şuura, maddi ve manevi yapıya sahip, yazı ve okuma dili, sözlü ve yazılı sanatı, sözlü ve yazılı edebiyatı, halk bilgeliği toplayan efsane ve atasözleri, şarkı, türkü, şiir ve destan antolojileri olan topluluktur. Bu arada yaşam tarzı, üretim ve tüketim kültürü ve sosyal ahlakı olan, diyaloga açık, hoşgörü sahibi, iyi komşuluk ve yardımlaşma gelenekleri zengin tek azınlık topluluğu olduğunu gün ışığına çıkarmıştır.

Bizim medeni bir azınlık olarak, ağır bunalımlar yaşayan ve bataktan çıkma yolunu iş yapacak zekâyı ve sosyal gücü ülkeden kovmakta arayan Bulgaristan’da değerimiz bilinmeyen bir azınlığız.  Ne yazık ki, ülkemizin siyasi yönetimi artık 140 yıldan beri ülkemizi yönetecek kökleri derinde, halktan güç alan kadroları arayıp bulmadılar. Almanya ve Avusturya’dan Ferdinand gibi kontları prens ve çar koltuğuna oturtup seri yıkım ve felaketler yaşadık. Köylerimizde Birinci ve İkinci Dünya Savaşından şehit asker anıtları, isim, din, dil, kimlik değiştirme terörüne karşı mücadelemizde şehit düşenlerin anıtları var. Bununla birlikte köy satırla kaydırılan, ya da bir kör kurşuna hedef olan Başbakan ve bakanlara anıt dikilecek yer aranıyor. Toplama kampları ve sürgün mekânlarınca can verenleri anan soran yok. En kötüsü de, toplu kırım işleyenler, kültür kıyımcıları, azınlıkların düşmanları kollarını sallaya sallaya geziyor. Diktatör Todor Jivkov ve Penço Kubandinski gibi eli kanlılara anıt dikiliyor.

Hayatın satır alanlarını yazan gerçek eserler henüz yazılmadı. Bir iki kuşak daha azimli ve hedefe yönelik yoğun çalışmadan kötülükler ve katiller gömülüp hayat aklanamayacak. Bütün gerçekler çektiğimiz azılarda gizli.

Bulgaristan’da 100 yıl süren etnik zulmü kadınlar yendi.
Güzel günlerin ufkunu da onların açacağına inanıyorum.
Türk Dünyası İstanbul Kadın Kongresini kutluyor ve BULTÜRK’ü bu konuda tebrik ediyorum.
Tşekkür ederim.