Yeni Köprüyü Birlikte Kuralım
Dostum Georgi KULOV’un kitabı için yazılan yazı
Yazan: Rafet ULUTÜRK
Bulgaristan Yazarı Sn. Georgi Kulov’un “Köprü” kitanın ikinci baskısına önsöz. Adı “Köprü” ya da “Köprüler” olan birçok kitap okudum. Adına “tünel” denen, üstü kapalı ya da yeraltı geçitlerinden de çok geçtim. Kitapların arasında beni en fazla etkileyen İvon Andriç’in “Drika Köprüsü” eseri oldu. Türküsünü dinlerken de, daha o zamanlar köprü inşaatına engel olanların kazığa çakılışı gelir gözlerim önüne…
Andriç’in “Nobel Ödülü” alan, derinliği açısından her satırıyla bugün de canlı konusu, her sayfası ibret dolu bir öyküdür. Bu başlıkla, sosyal yaşam aşamalarını anlatmaya çalışan yazarlar, geçmişin renklerinin bugün de yaşadığını anımsatır. Geçmişi unutmak isteyenlar, bu gibi eserleri okumaz. Acı dolu geçmiş belleğindeki tarihsel nostalji sayfası kapalıdır. Biz 1989’da Bulgaristan’dan kovulanlardanız ve hafızamız canlıdır.
“Köprü” konusunda benden önce yazanlara göre, Üniversitede “zengin” bir tarih eğitimi alan ve belleğini komünizm yıllarında tek ışıklı tarih aydınlığı ile dolduran, Yambol Doğumlu Georgi Kulev Doğu Rodoplar’ın Kırca Ali şehrine, iline ve yöresine geçmişi araştırıp günümüzde yararlı olacak birşeyler bulmaya gönderilmiş. Kendisi geldi dememiz hiçbir şey değiştirmez.
Çünkü Bulgaristan’da manevi hayatı, tarihi, bugünü ve geleceği konu edenler çok dikkatli kişilerdir ve ana ödevleri ellerindeki kristal vazoyu düşürüp kırmamaktır. Çünkü bu vazonun içindeki cin çıkarsa, belki de beş on yazar dışında, tarihi konu eden veya etmiş olan yazarların hepsinin eserleri tek yönlü bulunup yakılması gerekebilir.
Georgi Kulov vaktinde tarih okuyanların toplam sayısı 1 200 kişidir. Onlar Profesör, doktor ve doçent sıfatlarıyla yazsalar da eserleri arşivlerde toz topluyor. Kulov’un “Mostıt” (Köprü) eserinin ikinci baskıya hazırlanması övgüye değer bir olaydır. Bir de toplumsal tabakaların değiştiğine işarettir. Georgi KULOV, Velliko Tırnova’da üniversite okurken, Güney Doğu Rodoplara gelirken ve Arda nehri boyuna serilmiş bu “güzel şehirde” yaşarken ve bu onun üzerindeki iki köprünün ikisinden biri üzerinden her gün mutlaka geçerken ve adına “Su Aynası” denen köprüler arasındaki suya baktıkça, her defasında geçmişten fazla bugünü görmüştür. Su aynasına kendisi baktığında kendini, aillesiyle baktığında ailesini, komşularıyla baktığında komşularıyla kendini görmüş, fakat hiçbir zaman, bu şehirde daha önce yaşanmış olanları ya da gelecekte yaşayacak olanları görememiştir. Bu açıdan o, kitabında “kurduğu” köprüyü geçmişle gelecek arasında bir kuruntu olarak yaratmıştır.
Ne yazık ki, o su aynasında görülmeyen geçmişte köprü başları pek çok defa bombalanmıştır. Hiçbir suçu olmayan insanlar köprüsüz kalmış, kah bu yakada, kah o yakada çırpınıp kalmışlardır. Aynı zaman kesiminde yaşayan insanların arasında en önemli ve değerli manevi köprü olan, kültür ve tolerans köprüleri de kurşuna dizilmişti. Kültür, kökü latinceye inen bir kavramdır. Bulgar halk dilinde bir karşılığı olmadığından dolayı, eserdeki köprünün Bulgar köprübaşı aslından yoktur. Burada ancak bir asma köpriden söz edebiliriz. Üstelik öyle bir gerçek de var.
Doğu Rodoplar Bulgar devletine katıldığından beri ancak dolu dolu 2 kuşak geçmiştir.
Bir kültür yaratılması ise, her yeni topluluğun en erken üçüncü kuşağında kültürel mayalanma başlar ki, dönemin geçirdiği sarsıntı, kırgınlık, derin ve dev parçalanma ve bunalımlar bu yönde ciddi adım atılmasına ciddi engeller yaratmıştır ve yaratıyor. Bu noktaya şöyle bir ilave yapılsa, konu daha parlak açılmış olur. Güney Doğu Rodoplar’ın en bilinen köprüsü 15. Yüzyılda Eğiri Dere (Ardino) yakınlarında Arda nehri üzerine kurulan ve hala ayakta olan “Şeytan Köprü” dür. Bu köprünün öyküsünde, tamamlanmasına yardım eden şeytanın ilk geçenin canını istemesi, sanki son yarım asırda başımıza gelenlere – isim değiştirme, din değiştirme, kimlikten olma vs – bir ibret aynası oldu. Bu bakıma yerliler köprüden geçip de ciddi bir iş yapılabileceğine inanmaz oldular.
20. Yüzyılda kimliklerini satıp hain olanlarla şereflerini koruyanlar arasında göze çarpan fark görmekte zorlanıyorum. Köprü rüyası gören yerliler, bir çok defa, tövbelerinde “keşke çölde doğmuş olsaydım” demişlerdir. Çöldekiler, köprü görmeden, köprülerin ne işe yaradığını, bu aracın mecazi anlamını bile öğrenemeden ya da asla köprü düşünmeden bir ömür geçirebilir.
Güney Doğu Rodoplular engemeli, dereli tepeli, bol yağışlı, selli bir diyardır. İnsanları köprü rüyalarına inanır. Düşlerinde köprü gören, acılara ve yıkımlara karşı dik durur. Son 3 kuşağın Bulgaristan’da yaşadığı sıkıntılar, manevi yolun defalarca çöküşü ve gelecek yollarının kesilmesi, ruhsal dünyamızın sele itilmesi, alınan ağır yaralar hep köprü üzerinde amansız kavga şeklinde yaşanmış ve yorumlanmıştır. Bu sebeple olacak ki, örneğin köprü yıkılmasına, kişinin, işlerinde bazı sorunlar yaşayacağına, yolun karanlık olduğuna işarettir. Rüya yorumcularıyla yapılan anketlerde, geçen asır dereleri bile bahar mevsiminde dolup taşan ve bol bereket taşıyan bu dağlı tepeli yöre ırmakları üzerine demir köprü kurulduğunu rüyasında gören hiçbir kimseye rastlanmamıştır. Kuşkusuz köprüler, dereler, çaylar, nehirler ve büyük ırmaklar üzerine kurulur. Onlar, insanların bir yakadan öte yakaya geçmesini ve geri dönmelerini sağlar. Fakat kültür köprüsünden geçen ve kendini kaptırıp özüne dönemeyenin kaderi karanlıktır. Çünkü özünden kopan yok olur. Kültür tarihinin en büyük edinimlerinden biri olan köprü, aynı zamanda kendi başına bir kültür simgeler. Kültür dediğin ince bir olay. İçindeki gönder edebiyat, sanat ve sanatın su aynasını ve köprü kemer ve ayaklarını çizen şairlerimiz köprülere sevdalıdır. Şiirimizdeki “kader köprüsüdür.” Üzerinden geçeceğimize inanırız.
Birlikte ilk fotoğgrafı çekene kadar, sevgilisini su aynasında arar şairlerimiz.
İşte bir örnek: Sevgili yetmiyor ‘sevgili’ sözü tek başına. Karşılamıyor içimi dolduran duyguyu. Oysa ben “sevgili” derken neler düşünüyorum bilsen. Sonsuz, bir güneş bir yudum rakı çiçeğe durmuş ince bir bahar dalı oğlumun sıcak yanağı anamın acılı gözleri babamın tütün kokan eli evimizdeki kuş yarının güzel günleri. Anlatılması güç binlerce duygu ve sen… İşte sen beni hayata bağlayan en güzel köprüsün; köprülerin en güzelisin. Sevgilim… Güzelim… İnsanı yaşatan içimizdeki hayat böceğidir. O ölürse hayatımızın da tadı biter. O sakın ölmesin yaşat onu.
Doğu Rodoplarda yaşayan kardeşlerimizin, tarihçi yazar Georgi Kulov’un bölgeye geldiği 1980’li yıllar, terörden kurtuluşa “köprü aradığımız” yıllardı. Totaliter devlet geçmişimizi çalarken, yolumuzun meşalesi olan aydınlarımızı Avrupa’nın en bol sulu nehrinin en ısız ve en karanlık, köprüsüz “Persin” adasındaki “Belene” kampına hapsetmişti. Köprü arayan kardeşlerimi karanlığa hapsedip, sesi her hücre odasında duyulan hoporlerden saat başı Tuna nehri suyunun yükselişini bildirmek, bütün hücrelerin su sırtında kalacağını tekrar tekrar duyurmak ve yaşanan acıları paketleyip çöpe atarak yeni bir hevesle “hoşgörü köprüsü” hayaline masal okumak, gizli bir acının yeniden yanmaya başlayacağı duygusu uyandırıyor, ne yazık ki!…
1878’de bizim 2 960 köyümüz vardı. Şimdi ise 1300 köyde yaşıyoruz.
Bu 1 600 köyümüzün insansız kalması ve harabeye dönüşmesi, tüm köprülerin yıkılması, doğanın nadas kalması, Bulgar devlet ve kavmini daha kültürlü yapmadı! Toleranslı da yapmadı! Zor kullanmış, zulüm etmiş bir topluluk, teröre araç olmuştur, yine olabilir, dolayısıyla “kültür” ve “toleranstan” söz edilemez, asla pay isteyemezler. Hiç bir şey kültürlü davranış veya toleranslı tutum sonucu yok olmaz ve olmamıştır. Bize şiddet uygulandığı için köylerimiz, yollarımız, köprülerimiz, okul ve camilerimiz harap oldu, mezar taşlarımız yere yaslandı. 1989 “Büyük Göçünden” kültürel soykırımdan bugüne kadar, arkamızdaki köprüyü havaya uçurmaya çalışan biz değiliz. Irkşı, aşırı milliyetçi, öteki düşmanı, kudurmuş saldırgan, seçimde oy kullanma, seçme ve seçilme hakkımızı yasaklayan ve kısıtlayan faşizan söylevli yeni kuşak, “bağımsız ve tarafsız” medyalar, politikacılardır.
Anadilimizi konuşmamızı yasaklayan bir siyasi kale var karşımızda ve onlar biz gibi dilsizlerle aynı köprüde buluşmak isteyecek mi?
Nazi ırkçılarını taklit edenlere tahammülümüz yok ve olamaz… Demokratik dünyanın en doğal insan hakkını elimizden alan, kısıtlayan, hatta vatanımızda kalan kardeşlerimizin yaşadıkları evleri ateşe veren ve bayram eden gözü dönmüşlerin dayandığı kalenin devlet olduğunu görmek ne kadar acı verici, bir bilseniz. Memleketimizde insan hakları ve azınlık hakları konusunda baskı uygulayan Bulgar devleti ve kışkırttığı vahşi sürüdür. Bunun anlamı ise, tolerans köprüsünün bir ayağının hayal olduğu bir ortamda, insanları aldatmaktan zevk duyanlar ortadadır. Ülkemizde bu bakıma en küçük umut kırıntısına yaşam ortamı olsaydı bu gün 3 milyon soydaşımız, uçağa binip “herşeyi başınıza çalın” demezdi. En büyük tolerans, gerçekleri görmektir. İnsanın en yakın dostu onu ameliyat ederek canını kurtaran cerrahtır. Bulgaristan bizim Vatanımızdır. Ata-vatanımızdır.
Bizim vatan hakkımızı hiçbir kimse, hiçbir güç, hiçbir anayasa ve ya yasa elimizden alamaz.
Vatan hakkımız kutsalımızdır. Hepimizin ata toprağımızla köprüler kurma hakkımızdır. Dolayısıyla köprü başlarını ele geçirip havaya uçurmak isteyenlerle mücadele de hakkımızdır. Köylerimizi dünyaya bağlamaya gerekli köprüleri biz kendi ellerimizle de kurabiliriz. Bizim köprülerimizden geçmek serbesti ve şimdi de özgürdür.
Soru şudur: Kırılan gönül köprüleri ne olacak? Sırtımızdaki sopa izlerini zaman köprüsü silemedi. Yeni köprünün bir ayağı eski öteki ayağı yeni olamaz. Hesap sorulmamış katillerle dostluk köprüsü de kurulmaz…
“Büyük 89 Göçü” bize köprü oldu. Acılardan sonra geçtiğimiz son köprü hepimizi cenette götürdü. Kovulanlar da Allah kulu, bu unutulmasın! Bizi utanç veren bir “kültür” kovarken, hepimize karşı sevgi saygı dolu bir kültürün kucağında bulduk kendimizi. En yakın akraba gibi karşılandık, huzur ve mutluluk bağrını açık bulduk. Yazılanları okurken bu görüşler sanki değişiyor. İnsan görmediği, yaşamadığı bir şeye inanmıyor.
Ne yazık ki, insanların kendi söylediklerine inanma özelliği var, fakat bu onların kendi söylediklerini gerçek anlamlı uyguladığı anlamına gelmiyor. Yalan, dolan, kandırma, hayal kırıklığına uğratma nefes almaya devam ediyor. Özür dilemekle şifa bulmayan acılar var. Bulgar toplumu himaye altında olmayı seviyor. “Türklere ne yaparsanız yapın, başınıza bela gelmez” sözlerini işitmekten zevk alıyor ve gurur duyuyor. Bu gerçek, tüm tolerans ve dostluk, uzlaşma ve aynı hedefe yönelme köprülerine dinamit olan bir ayrıcalıktır. Her köprünün her iki ayağı ve tüm ayakları aynı beton ve demirden, aynı harçtan ve taştan değilse, hiç birimiz geleceğe geçemeyiz. Köprüden geçmek temiz ruhlu insanlar için büyük şereftir.
Ne var ki, kettiler ile mazlumlar aynı anda aynı hislerle yaşayamaz. Bu mümkün değil.
Şu da bir gerçektir, dünyada tek yönlü köprü yoktur.. Kültür de ötekilerin nimetlerini gasp etmek değildir. Kültür farklı olanı tanımak, özelliklerini ve hünerlerini öğrenerek onunla dostluk kurmak ve işbirliği yapmak için yakınlaşmaktır. Şu itiraf benimdir. Bulgarca’da ve Bulgar maneviyatinda “kültür” ve “tolerans” eksikliği var. Bu kavramların Latince’den veya Fransızcadan gelmiş ve Bulgar diline yerleşmiş olması ve hatta her cümlede kullanılması, geleneksel olanı değiştirmiyor, hayatı zenginleştirmiyordu. Farklılıkların birliğinden güç almak isteyenler henüz hayat hakkı istemiyorlar. Kültürlerin toz-laşabilmesi için aynı zamanda açması gerekir ve bir şey daha var. Memleketimde arılar 4 metreden yüksekte uçmaz ve uç dalları tozlaştırmazlar.
Bulgar kültürünü sürekli balon gibi şişirenlere ve toleransı dillerine dolamış olanlara şu ricam olacak:
Lütfen boyunuzu ölçün. 4 metreyi geçmişseniz, önlem alın ve halk arasına dönmeye çalışın.
Yazar Georgi Kulov’un aramıza katıldığı yıllarda yaşadıklarımızı bir daha yaşamak istemiyoruz ve eğer kültür ve tolerans köprüleri kurulacaksa, köprüyü birlikte çizip kurmak isteriz.
Dostlarınızla paylaşmayı unutmayınız