İslam Fikhinda Kabir Ile İlgili Hükümler(Ölçüler)-3
Tarih: 17.06.2019
Yazan: Nevzat ÖZTÜRK
İlahiyatçı Eğitimci Yazar
Cenazenin kabre kadar taşınması, müminler üzerine düşen bir kardeşlik görevidir. Hatta cenazeyi taşımak bir ibadettir.Cenaze ile beraber yürüyenler, yolda gereksiz ya da yüksek sesle konuşmamalıdır. Hatta yüksek sesle zikir ve Kur’an da okunmamalı; ölüm ve ötesi tefekkür edilmelidir. Cenazeyi takip edenler, cenaze yere konuncaya kadar oturmazlar. Cenaze yere konduktan sonra, kabirle meşgul olanların dışındakiler ayakta beklemeyip otururlar.
Cenazenin tabutsuz gömülmesi gerekmektedir. Kabre konulmak üzere cenaze tabuttan çıkarılır, kefenin baş ve ayak kısmı bağlı ise açılır. Cenaze, kıble tarafından kabre konur. Sağ tarafı üzerine kıbleye döndürülür. Sırt üstü yatırılmaz.Cenazenin sırt kısmına, cesedi toprağın sıkıştırmaması için taş veya tahta gibi şeyler dizilir. Sonra kabir, toprakla doldurulur ve tamamen örtülür.
Aslolan uygulama bir Müslümanın kendi dininden olan kimselerin mezarlığına gömülmesidir. Bu durum her dinin kendine has uygulamalarından kaynaklanır. İslami gelenekte kabir ziyareti ve ölüye dua gibi uygulamalar vardır. Bu uygulamaların sürdürülebilmesi ve dini kültürün bu alanda ayakta tutulabilmesi açısından Müslüman mezarlarının diğer inanç sahiplerinin mezarlarından ayrı alanlarda bulunması önemlidir. Tarih boyunca Müslümanlar bu konuda hassas davranmışlar ve Müslüman mezarlarının başka inançtan olanların mezarları ile karışmamasına özen göstermişlerdir. Buna rağmen Müslümanlar arasında yaşayan bir gayrimüslimin ölümü hâlinde kendi din mensuplarının gömüldüğü bir mezarlığı yoksa ve başka yere nakli de mümkün değilse, bu gayrimüslimin cenazesi Müslüman mezarlığının uygun bir yerine defnedilebilir. Aynen bunun gibi, bir Müslüman da gayrimüslim bir toplum içinde ölür ve defnedilecek bir Müslüman mezarlığı ya da uygun bir yer bulunamazsa, ortada ciddi bir zorunluluk hâli söz konusuysa cenazesi gayrimüslim mezarlığının bir köşesine defnedilebilir. Fakat buradaki “zorunluluk” devamlılık arz etmemelidir. Yani Müslümanların gayrimüslim mezarlığının bir köşesine defnedilmesi uygulaması, sıradan uygulamaya dönüşmemelidir. Müslümanların İslami usullere göre defnedilebileceği ayrı bir mezarlıklarının olması şarttır. Bu durumun mümkün olmaması durumunda zorunluluk hâli geçene kadar defin mümkünken, Müslümanların bu geçici hâli sona erdirmek için bütün güçleriyle çalışmaları, örneğin Müslüman mezarlıklarının açılması için gerekli adımları atmaları da elzemdir. Bugün maalesef, gönül coğrafyamızda öz yurdunda garip yaşamak zorunda kalan kardeşlerimizin mezarlık sorunları vardır. Öyle ki, vakıf arazileri gasp edilmiş, mülklerine el konulmuş durumdadır. Ölülerini, Hristiyan mezarlığına gömmek zorunda kalmaktadır kardeşlerimiz. Bu sorun, giderek yozlaşmayı da beraberinde getirmektedir.
Bir diğer önemli husus da, Hristiyan mezarları ile yan yana Müslüman mezarlığına tahammül ederken, Romen/Çingene Müslüman kardeşlerimizin mezarlığının, Müslüman mezarlığından ayrılması, ayrıştırılması da kabul edilir bir durum olmasa gerektir.
İslam’da aslolan, cenazenin defninde acele etmektir. Hz. Ebu Hüreyre’den (ra.) rivayet edilen hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Cenazede hızlı davranınız! Şayet cenaze salih bir insan idi ise bu hayırdır ve bir an önce yerine ulaştırmış olursunuz. Eğer salih değilse bu şerdir ve bir an önce omuzlarınızdan onu indirmiş olursunuz.” Bu sebepledir ki, cenaze bir an önce defnedilmelidir. Fakat otopsi veya başka resmi prosedür olacaksa o süre içinde cenaze morg veya bir başka yerde tutulabilir. Bunun da zamanı bu prosedürün tamamlanması kadardır. Ayrıca cenaze ülkeler arası nakille defnedilecekse o takdirde de cenazenin geç defnedilmesinde zorunlu olarak bir sıkıntı söz konusu olmaz.
İslami cenaze defin prosedüründe aslında cenazeler direkt olarak kefenleri içinde toprağa konulur. Ancak cenazenin konacağı kabrin fiziki şartlarına göre durum farklı olabilir. İslam’da cenazenin zarar görmemesine büyük özen gösterilmelidir. Bunun için cenazenin defnedilmesi gereken yerin coğrafi/madeni şartlarına dikkat edilmelidir. Bulunulan yerde eğer cenazeye zarar verebilecek bir ortam var ise (rutubet, toprak yumuşaklığı), cenazenin daha olumlu şartlarda defnedilebileceği yere ulaşım zor veya mümkün değil ise, cenazenin yakın zamanda defnedilmesi gerektiği şartı göz önünde bulundurarak istisnai olarak tabutla da gömülebilir. Hatta bu hâlde, tabutun mermerden, demirden yapılmış olması da câizdir. Fakat böyle bir durum söz konusu değilse tabutla defin mekruhtur. Cenaze tabutla mezara konulacaksa, imkân varsa sandığın içine bir miktar toprak konularak, yine imkân varsa sağ tarafına yatırılarak yüzünün kıbleye yöneltilmesi güzel olur. Çünkü ölünün cesedinin tahtaya değmesinden, toprağa değmesi daha evladır.
Kabristanlar, genellikle vakıftır; yani cenaze defnedilmek üzere kamu hizmetine tahsis edilmiş yerlerdir. Zaruret bulunmadıkça bir vakfın amacı dışında kullanılması ve değiştirilmesi caiz değildir. Bu itibarla, mezarlık olarak vakfedilen bir yerin, bu hizmette kullanılması mümkün olduğu sürece başka bir hizmete tahsisi caiz olmayacağı gibi, artık cenaze defnedilmese bile, bu yerin kabristan olarak muhafazası gerekir. Böyle bir kabristanı satmak, üzerine bina yapmak ya da benzer tasarruflarda bulunmak için ölü kemiklerini başka bir mezarlığa nakletmek caiz değildir. Ancak başka bir alternatif olmaması sebebiyle, kamu menfaatinin gerektirdiği durumlarda, mezarlık başka bir yere nakledilerek yeri cami vb. amaçlar için kullanılabilir.
Kaybolmalarını önlemek üzere, gösteriş ve israftan uzak kalarak kabir yapılmasında, mezarların başuçlarına, üzerinde ölenin kimliğini belirleyen ifadelerin yer aldığı sade bir taş ve benzeri levhaların yerleştirilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Sahabilerden Osman b. Maz’ûn (r.a.) ölünce cenazesi o günkü Medine’nin dışında gömülmüştü. Resûlullah(s.a.s.), Osman’ın mezar yerini belli edecek bir taş istemiş ve getirilen taşı mezarın başına koyunca, “Bununla, kardeşimin kabrini işaretliyorum, ailemden ölenleri bunun yanına defnedeceğim.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 63) buyurmuştur. Ancak kabirlerin bir-iki karıştan yüksek yapılması, üzerlerine bina veya kubbe inşa edilmesi; kabir taşlarına kimlik bilgilerinin ötesinde aşırı övgü sözlerinin; ölümden ve kaderden şikâyet eden ifadelerin yazılması uygun görülmemiştir. Tanınsın ve basılmasın diye kabri bir karış kadar yükseltmekte beis yoktur. Fazlasını yapmak uygun görülmemiştir. İslâm âleminde, fakr ve zaruret içerisinde kıvranan yüz binlerce insan var iken böyle lüzumsuz şekilde büyük servetleri toprağa verip heder etmek hangi insafa sığar!
Mezarların sade olması, yüksek olmaması ve israftan kaçınılması esastır. Kabirlerden asıl maksat, onlardan ibret almak, dünya hayatının geçiciliğini ve bir imtihan olduğunu hatırlamaktır. Bir rivayette, Peygamberimizin yüksek taşlarla yapılmış mezarlıkların yükseltilerini yıktırdığı nakledilmektedir. (Müslim, “Cenâiz”, 93 (969); Ahmed b. Hanbel, 2/141) Aişe (r.a)’dan nakledilen bir rivayet de şöyledir: “Resulullah, ‘Allah, Yahudi ve Hristiyanlara lânet etsin! Onlar, peygamberlerinin kabrini mabet haline getirdiler.’ buyurdu. Aişe (ra) (rivayeti naklettikten sonra), ‘Eğer bundan korkulmasaydı, Hz. Peygamberin kabri dışarıdan belli olacak şekilde yapılacaktı.’ dedi. ” (Buhâri, Cenâiz, 94; Müslim, Mesâcid, 19 (529)
Mezarları yüksek ve şaşaalı yaparak resimler koymak, israf olmasının ötesinde önü alınamaz sakıncaları da beraberinde getirebilecektir. İnsanlar bir süre sonra sadece sevdiklerinin değil, din âlimi olarak bildikleri kişilerin, siyasi liderlerin çeşitli ebatlarda resimlerini mezarlara koyarak birbirleriyle yarışır hale geleceklerdir. Bunun örneklerini de çevremizde görmemiz mümkündür. Bunun neticesinde mezarların ibret alma ve ölümü hatırlamanın ötesine giderek bir yarış ve gösteriş yerini alacağı kesindir.
Asr-ı saadette ve İslâm’ın hakim olduğu zaman ve yerlerde müslümanlar hiç bir surette çelenk gibi şeylere yer vermemişlerdir, o bidattir. Hıristiyan Avrupa onu İslâm diyarına sokmuştur. İslâm’ın emri ne ise onu yapmamız daha uygundur. Çelenk gibi şeyler ölü ve vatana hizmet etmez, fayda vermezler. Ölünün kabrinin yapılışına ve çelenge verilen para, fakir ve müstahaklara verilse daha iyidir. Gerçekten ölüyü seven kimse bunu yapmalıdır. Kısa bir zaman sonra solup heder olarak çiçeklere para vermek, müslüman olan kimsenin işi değildir.
Ölen kimsenin fotoğrafını naaşa ve göğsüne asmak kesinlikle caiz değildir. Bu iş, körükörüne yabancıların taklidinden kaynaklanmaktadır. Zaten dinen zaruret olmazsa, resim makbul sayılmaz.
İslâm dinine göre vefat eden kimse kim olursa olsun kabri üzerine kubbe yapmak veya kabri taş ve harçla inşa edip yükseltmek doğru değildir. Ebû’l-Heyyac el-Esedi şöyle der: “Hz. Ali (ra.) bana: Peygamber’in beni gönderdiği şey için seni göndereyim mi? Yoketmediğin bir heykel, yerle bir etmediğin yüksek bir kabir bırakma”. İmam-ı Şafiî (ra.) “Kabrin bir karış yükseltilmesini istiyorum” diyor. İbn’i Hacer de bu hususta şöyle der: “Kabirler üzerine inşa edilmiş kubbeleri bir an evvel yıkmak gerekir. Çünkü bu Mescid-i Dirar’dan daha zararlıdır. Bunlar Resûlüllah’a karşı gelmek üzere kurulmuştur. Peygamber (sa.) yüksek kabirlerin yıkımı için emretmiştir. Ayrıca mezarlarda yakılan mumlan ortadan kaldırmak da lâzımdır”.
Mezarlıkta bulunan yaş ot ve ağaçları, bakım amaçlı olmadıkça yolmak ve kesmek mekruhtur. Zira buradaki yaş bitkiler kendilerine has bir şekilde Allah’ı zikretmektedirler. Bu zikir sebebiyle orada yatan müminlere, Allah Teâlâ’nın rahmet edip azaplarını hafifletmesi umulur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir kabristanda bulunan iki kabir sahibinin azap içinde olduğunu anlamış, yanında bulunanlardan taze bir hurma dalı isteyerek ikiye bölmüş ve her birini bir kabrin başına dikmiştir. “Ey Allah’ın Resûlü, niçin böyle yaptın?” diye sorulunca, “Umulur ki bunlar yaş kaldıkları sürece (azabları) hafifler.” (Buhârî, Vudû, 55) buyurmuştur. Mezarlıkta zayi olacağından endişe edilen kuru ot ve ağaçların kesilip satılmasında bir sakınca yoktur. Bu satıştan elde edilen paranın kamu yararına kullanılması gerekir. Ayrıca mezarlıkta bulunan ağaçların meyveleri de yenilebilir.
Mezarlıkların ziyaret edilmesi, bu vesileyle ölümün hatırlanması ve orada yatanlardan ibret alınması dinimizin tavsiye ettiği hususlardandır. Kabir ziyaretinde bulunan kişi, ahireti hatırlamalı, dünyanın geçici olduğunu ve bir gün kendisinin de öleceğini düşünmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), geceleri Baki’ kabristanına gelir ve “Müminler yurdunun sakinleri, sizlere selam olsun. İnşaallah biz de size katılacağız. Bizler ve sizler için Allah’tan afiyet dilerim; Allah’ım, Baki’ kabristanında bulunanları bağışla.” (Müslim, Cenâiz, 102) diye dua ederlerdi.
Kabir ziyaretinde bulunan kişinin ölü için dua etmesi ve Kur’an okuyarak sevabını orada bulunanların ruhlarına bağışlaması uygun olur. Ancak, kabir ve türbe ziyaretlerinde İslam’ın özüne ve tevhid anlayışına ters düşen, itikâdî bakımdan da zararlı olan tutum ve davranışlardan uzak durmak gerekir. Kabrin başında yüksek sesle ağlayıp gürültü yapmak, kabrin parmaklık ve taşlarını öpmek, onlara sarılıp ağlamak İslam ile bağdaşmaz. Türbelerde yatan kişileri beşer üstü varlıklar olarak görmek; bu zatların duaları kabul ettiğine, ilâhi kudretlerinin olduğuna inanmak doğru olmadığı gibi, bir kısım ihtiyaç ve dilekleri onlara arz etmek, kendilerinden medet ummak, bu ziyaretleri dinî bir vecibe gibi telakki etmek; bez bağlamak, mum yakmak, kurban kesmek, şeker vb. yiyecek maddeleri dağıtarak onlardan yardım dilemek gibi davranışlarda bulunmak da, tevhid dini olan İslam’la bağdaşmaz. Ölen kişilerden medet ummak ve onlardan bazı şeyler beklemek iman açısından tehlikeli bir davranıştır.
İslâm âlemi son dönemlerde gayri Müslimleri birçok konuda bilinçsiz bir şekilde taklit etmektedir. Taklit ettiğimiz batının iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan biri bilim ve teknoloji yönü, diğeri ise batının sosyal yaşantısıdır. Biz batıyı sosyal yaşantı olarak harfi harfine taklit ederken fen ve teknoloji alanında ise onların çok gerisinde bulunmaktayız. Fen, bilim,teknik ve teknolojinin taklit edilmesinde elbette bir sakınca yoktur. Genel hatlarıyla taklit kabiliyetleri köreltse bile bu durum belli bir seviyeye kadar tolere edilebilir. Peygamberimiz (SAV) bu duruma işaret ederken “İlim Müslüman’ın yitik malıdır onu nerede bulursa alır” buyurmaktadır.
Fakat sosyal alanda yapılan taklitler hiçbir şekilde tolere edilemez. Çünkü örf, adet ve sosyal yaşantımız dinimizin emirleri doğrultusunda mükemmel seviyede bulunmaktadır. Ayrıca taklit, diğer toplumun daha üstün olduğuna olan inançtan kaynaklanmaktadır. Bir Müslümanda böyle bir düşüncenin olması ise ancak iman zafiyeti ile açıklanabilir. Her konuda rehberimiz olan Peygamberimiz (s.a.v) buna işaret ederken de “Bir topluluğa benzemek isteyen onlardandır.”buyurarak bunun ne kadar sakıncalı olduğunu bize vurgulamaktadır. Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki iyi bir topluluğa benzemek isteyen birisi iyilerden, kötü bir topluluğa benzemek isteyen de kötülerden olur. Bir diğer Hadis-i Şerifte ise bu taklidin son derece şuursuzca yapılacağına işaret etmektedir. O; “Siz, sizden öncekilerin yaptıklarını karış karış adım adım takip edeceksiniz. Onlar bir keler yuvasına dahi girseler siz de oraya gireceksiniz” buyurmaktadır. Sahabiler, “onlar Hıristiyanlar ve Yahudiler mi ya Resûlullah?” diye sorduklarında da “başka kim olabilir ki” buyurmuştur. Rasulullah (s.a.v) bu ifadesinde taklidin ne derece şuursuzca yapılacağını açıkça gözler önüne sermektedir. Zira bir kelerin yuvasına girmek şuuru yerinde olan birisinin yapacağı bir iş değildir.
Hasılı; son dönemlerde mezarlıklarımızda, kabirlerin yapımında yozlaşma ve gayri Müslümlerle israf ve şatafat yarışına girildiği gözlerden kaçmamaktadır. Oysa kabir, kibri öldürür, ölümü hatırlatır, fani alemde mütevazi bir yaşamın gerekliliğini öğretir. Mezarların sade olması, yüksek olmaması ve israftan kaçınılması esastır. Kabirlerden asıl maksat, onlardan ibret almak, dünya hayatının geçiciliğini ve bir imtihan olduğunu hatırlamaktır. Ölen kimsenin fotoğrafını naaşa ve göğsüne asmak, tabuta veya kabre çelenk koymak, vefat eden kimse kim olursa olsun kabri üzerine kubbe yapmak veya kabri taş ve harçla inşa edip yükseltmek mezarları yüksek ve şaşaalı yaparak resimler koymak, caiz olmadığı gibi israf olmasının ötesinde önü alınamaz sakıncaları da beraberinde getirebilecektir. Dolayısıyla İslam, kabrin yerinin belli olmasının dışında yükseltide, israf ve şatafatı çağrıştıran mermer süslemelerle, sütunlarla yapılan, kibir abidesi kabirlere, özellikle (son moda) mezar taşlarına resim konulmasına izin vermez. Bu gidişin, Putperest toplumların ölülerini yücelterek, resim ve heykellerini yaparak tapmaya varan şirke kapı araladığını göz ardı etmemek gerekir.
Diğer taraftan, bu gün yanyana olan Hristiyan/Yahudi mezarlıklarının yanındaki Müslüman mezarlıklarının perişan hali de düşünmeğe değer. Hristiyan/Yahudi mezarlıkları pırıl pırıl, mezarların yanında, mezar sulamak için, bidonlar, çeşme var. Yollar asfaltlı ya da parke taşlı. Yaz kış insanların ayakları ne toz, çamur oluyor, ne de toz yutuyorlar. İnsanlar yürüyüş dahi yapıyorlar. Gece lambalar ışık saçıyor. Müslüman mezarlıklarında ise, çamur, toz, toprak, bir avuç çim, çiçek, ağaç yok. Bu manzara karşısında insanın mezarlık ziyaretine gitmek içinden gelmiyor insanın. Ne diriye, ne ölüye saygı yok dedirtiyor adeta! Yollar, mezarlık araları toprak zemin. Asfaltsız, bakımsız, en küçük rüzgarda, kadın, erkek, çocuk, yaşlı, hasta, sağ toz, toprak yutuyor. Ağaç, çim, oturacak bank yok. Böyle mi olmalı acaba!
Allah’a emanet olunuz.