Hiç bir şey unutulmadı ve asla unutulmayacak
Raziye ÇAKIR
Hiç bir şey unutulmadı ve asla unutulmayacaktır.
Türk ruhunun kanatların-dayız.
Ayaklanma yeri ezilen ruhların buluşup birleştiği yerdir. Ruhumuz, Rodoplar’da, Deliorman’da, Dobruva’da, Koca Balkan’da, Kuzey ve Güney vadi ve ovalarımızda yaşıyor, kanat aşmış şahin gibi uçuyor. Vatan bildiğimiz Bulgaristan’da akan dereler, nehirler bizi, güzelliklerle nakışlı hayatımızı, iyi ve kötü günlerimizi, mücadelemizi, zaferlerimizi, gururumuzu anlatıyor. Çekilerimiz ve her defasında muzaffer oluşumuz kalın kitaplara belgelenmemiş olsa da, halkımızın belleğinde yeniden filizlenmiş açıyor.
Singapur’da yaşayan ve adı Deli Vırbanov olan bir Bulgar, 15 yıl çalışmış, 150 bin ansiklopedik sayfa okumuş, elemiş seçmiş ve 5 metre uzun bir tarih yazısıyla 2019’un sonunda Sofya’da belirdi. Yazının yatay sıralarında imparatorluklar, dikey sıralarda ise zaman kesimleri yer alıyor. Değişik enstrümanlar için yazılmış müzik portesi gibi bir şey.
Örneğin, Avrupa’da endüstri devrimi ne zaman başlamıştır? Cevabını 1762’de İngiltere’de çıkrık makinesinin bulunduğu tarite bulursunuz. Bulgar uyanışı, Payisiy Hilendarski’nin “İslav Bulgar Tarihi” yine 1762’de Osmanlı İmparatorluğunda yazılmıştır, kaydı var.
Fakat sergilenen bu 5 metre uzun tarihte, anadilini öğrenme imkânı olamayan bir kişinin ve halkın yabancı bir dille yaşadığında öz kimliğini kaybettiği yazmıyor. Halkların ana dilini yasaklayanlar ANADİL SOYKIRIMCISIDIR dememiştir. Bu tarih bizi doyurmaz…
Dikkatle baktım, Bulgaristan’daki azınlıkların 20. Yüzyıl çekileri, ayaklanmaları, kanlı direnişler, dikilen anıtlar, kırılmış ama tarih anlatan mezar taşları yok bu dünya tarihinde.
Satırları arasında, “Sen esirliğim ve hürriyetimsin / Çıplak bir yaz gecesi yanan etimsin. Sen, sen memleketimsin / Sen, sen benim memleketimsin.” Yok.
Ve işte bu Bulgarin Singapur’da hazırladığı haritada bir gün sevgi ve bir gün nefret dolu bir alaşım olan hayatımızın bir çizgisi bile yok.
Oysa biz yokluktan ve yoksulluklardan doğarak ayaklanmışız. Hem de kaç defa. Hem de ne yalan gerekçelerle yok edildikçe hep dirilmişiz.
Ve o “Neyiniz eksik?” diye soramayanlara karşı, rejimin hiç his etmediği bir anda, hiddet, nefret ve öfke düğümünden oluşan bir halk ruhunun ayaklanmamız kimleri şaşırtmadı ki?
Buzlu karlı ve kış kesmiş bir havada yürüyenlerin protesto eylemiydi bizimki! Devlet terörüne, baskılara, zulme, hapislerde çürütülenlerin salıverilmesi içindi. Türk İsimlerimizden, İslam Dinimizden, bin yıllık Müslüman geleneklerimizden, anadilimizden, kültürümüzden, sanatımızdan, kanatlanmış ruhumuzdan ve ilmik imlik birbirine örülmüş Türk Kimliğimizi savunmak uğruda yürüdüler. Daha önce, şimdi yürüdükleri o tütün tarlalarında hep iki büklüm çalıştılar. Bu defa dimdik mevzilenmiş bir ordu halinde vücut bulmuşlardı. Silahsız ve güçler dengesiz isyanımızda ilk şehidimiz yine o tarlalarda düştü. Şimdi orada davamızı yaşatan 17 aylık Türkan Kızımızın Anıt Çeşmesi var. Miting alanı her yıl dolup taşar. Saygımız sonsuz. Çelenk ve çiçekler kor kırmızı, zafer rengi. Yumruk sallayanlar her defasında bir şeyler söylüyor da, tokmağı kasa tam ayar vuran yok.
Biz, o zaman kendi tarihsel kimliğimizle oradaydık. Dünya bizi tanıdıkça arkamıza toplandı. Dağlar denizler bize sahip çıktı. Türk Dünyası, İslam Dünyası bizi bağrına bastı. Bizi yüreklendiren soğuk, düşmanlarımızı dondurdu.
Devlet yıkma yoktu hedefimizde. Biz insanoğlunun bina ettiği her şeyde hayır olduğuna inanırız. Başkasının olan hiçbir şeyde gözümüz olmasa bile, Sofya devleti toprağımızda ve alın terimizden oluşurken, dilimizi dinimizi, gücümüzü, mertliğimizi ve gururumuzu sevemedi, kimliğimizi eritip, suyu kurumuş Bulgar ırkına maya olarak akıtılmak istendi. Bu ilk ayrılık ve soma noktamızdır. Bizi yeni topluma orta direk olarak kabul etmediler. Kanatlarımızı keserek uçmamızı engellediler. Biz olmadan Bulgar toplumunun parçalanıp dağılacağına akıl erdiremediler ki, 1984 Aralığından 36 yıl sonra memleketimiz boşaldı.
Halk irademize silahlı saldırı olaylarında hep bir sahtelik vardı.
Bulgaristan’da gerçek devrim olduğunu, dönüşümlerin başladığını duyan olmadı. Gören de yok. Bize saldırılar kanlı başladı. Dalgalı hedeflerini ve son aşamasını ne de nihai noktasını görebilmiş biri yoktu. 1984’un Aralığında ve 1985’in Martına kadar köylerimiz tanklarla basıldı. Silahlı asker “ateş” emri almıştı. Milis amirliklerinde sopalar Türk dövmekten kırılmıştı. “Belene” Ölüm Kampında Türklere sabah, öğlen, akşam domuz, salyangoz, sülük, pata, kurbağa yedirmek için kafalarına süngüler dikildi. Başlarına gelenleri anlatmaktan utananlar, sustu. Bizi Bulgar halkına ve dünya kamuoyuna terörist gibi tanıtmak için yalana yalan ekleyenler çoğaldı.
Terör egemenliği, zulüm rejimleri tesadüflerden doğmaz.
Bir devrimden sonra terör hortlar satırları tarih kitaplarına işlenmiştir. Ne var ki, Bulgaristan’da 20. Yüzyılda devrim olmadı. Devrim olmayan yerde baskı ve terör olmamalıdır. Yukarıda adı geçen Bulgar Papaz P. Hilendarski, Osmanlı ortamında yetişmiş ve tarih kitabı yazacak olgunluğa varmış, aslında bu kitap Yunan Papazlara karşı yazılmıştı. Bulgar’a kilise ve manastırlarda çile çektiren Yunan Papazlardı. Bulgarlarda uyanan kimlik bilincini körelten Yunan ve Rus zulmüydü. Bulgar beynini bunaltan ve Türk ve Osmanlı düşmanlığı aşılayan da onlardır.
Osmanlı döneminde Nişte, Belgrat’ta, Vidin’de ve bugünkü Bulgar topraklarında Nisan 1876’da isyan yaşansa da, devrim yaşanmamıştır. Fakat bu isyanlardan hiç birinde, 1795 Fransız Devriminden (klasik devrim) nitelik çizgileri yoktur. Yunanlar adalarda Türk çiftçileri katledip İngilizlerden himaye istemişler. Niş’te köylüler Osmanlı’ya vergilerini ödemek istememişler. 1876’da Bulgarlar İngiliz ve Rusya konsolosluklarından para alan “kiralık Bulgar devrimciler – haydut ve komitacılar) Bulgar köylülerine evlerini yaktırmıştır. “Batak” olayında ise, Müslüman mezarlıklarından kafatası toplayıp “Bizi Kıydılar Müzesi” düzenlediler.
İşte bu olaylardan 1913’te, 1934-1944 yılları atasında, 1964, 1972-73 ve sonunda 1984-89 döneminde ağır devlet terörü şeklinde kükreyen Bulgar düşmanlığına (motif), gerekçe, neden değildir ve olmadı. Hele de 500 yıl Osmanlı devlet makamlarının Bulgar mal mülkünü koruyarak, çocuklarını asker almayarak, ana dillerinde, Osmanlı eğitim kurumlarında eğitim ve öğrenimlerine teşvik etti. Doğu Ortodoks Kilise Kimliğinde milli kimliklerine saygılı, hoşgörülü sosyal ve ekonomik ortamda Bulgar kapitalist üretim, ticaret ve mali ilişkilerine yeşil ışık yakmıştı. Unutulmayacak olan bir şey varsa bir de bunlardır. Osmanlı Bulgar milli bilincinin oluşmasına engel olmamıştır. Osmanlı halka aydınlık taşıyan hiçbir kimseden hesap sormamıştır. İstanbul Robert Koleji’ni 1000’e yakın Bulgar gencin eğitim alması buna kesin kanıttır.
Ne var ki, 24 Aralık 1989 sabahı, tüm bu anlattıklarım ve 1878’den beri toplumun ana üretim gücü Türkler olduğu gerçeği sanki unutulmuştu. Bulgar devleti Birinci ve ikinci Dünya Savaşlarından sonra ödediği dış tazminatları Türklerin alın teri, tütünü, yetiştirdiği kuzu ve koyunlarla, danalarla, domates biber ve buğdayla, üzüm ve elmalarla ödemişti. Bu da unutulmuştu.
İsimlerini, çocuklarının, babalarının ve soylarının adlarını korumak ve ebediyen kendi kimlikleriyle var olmak için mücadele bayrağı kaldıranların ne dün ne de bugün işledikleri bir tek suç yoktu. Tek suçları Türk doğmuş olmalarıydı.
Bulgar halkı devrim yaşamamıştı. Devrim ateşi öpmemiş. Devrim külü savurmamıştı. Vatandaş Türklere eşit haklısınız deyip, düşman muamelesi yapması yüz karasıydı. Devleti ve toplumu çökertecek bir tehlike oluşmuştu.
1877-78 savaşında Rus esaretine düştüklerini fark edemeyen kendileriydi.
Cumhuriyet isteyen Bulgar halkına Prenslik ve 1909’da monarşi (Çarlık) dayatılmıştı. 1923 İşçi Ayaklanması, 1925 ve 1934 Askeri darbeleri monarşiye karşıydı. Komplolar yapıldı, Sofya’da bir kilise Çarcı soyluların başına yıkıldı. İç savaş 10 sene sürdü. 15 bin kişi birbirini öldürdü de Devrim olmamıştı. 1 bekçinin öldüğü 9 Eylül 1944 gecesi olayları “devrim” olarak anlatılsa da inanan olmadı.
Rus Ordularının Bulgaristan’a ikinci girişi 1944’te oldu. Esaret katmerleşti. Moskova arkalaması ve emriyle Bulgar faşizmini tavsiye edenler 1944-46 döneminde Rus ajanı, faşist idarenin Albayı başbakan Kimen Georgiev’in yönetiminde en az 25 bin kişi idam edildi. Son yılların belgesellerini okuyanlar ülkeyi terk ediyor. Olanlar, Bulgarların kendi aralarında olan bir hesaplaşmaydı. Bu işlerden Müslümanlara da kabahat yüklendi. 1950’de Müslümanlarımızdan 150 bin. Türkiye Cumhuriyetine kovuldu. Büyük Müslüman Türk tavsiyesi “akrabaları birleştirme” sözleşmesiyle 1960’larda ve 70’lerde devam etti. 1989’un yazında en büyük kitlesel göçe zorlanmayı yaşadık. Bunlar, 20. Yüzyılda Türkleri Bulgaristan’dan temizleme ülkeyi Müslümanlardan arıtma programının aşamalarıydı.
Demek istediğim, soykırım denemezi süreçlerinde göçe zorlama, söküp dışa arma şeklinde şiddetlenen vahşi ve zalim süreçlerin paralelinde Türklere en basit insan haklarını, anadillerinde konuşma hakkını, basın yayını yasaklama ve medenileşme zulmü, tarih, mantık, diyalektik kurallarına bakıldığında, baskı uygulanarak yapılan bir zalimlikti. Türkleri maddiyat, maneviyat, beden ve ruh olarak Avrupa’dan, Balkanlardan, Bulgaristan’dan tasfiye planının halkalarıydı ve devam ediyor. Düşündüğüme göre, Bulgar halkının kendi özünden, kıskançlığından, kendi çaresizliğinden fazla, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları arasındaki savaşlardan kaynaklanıyordu. Ve bu öyle bir öfkeydi ki, 1882-1909 arasında uygulanan Osmanlıyı Bulgaristan’dan tasfiye planından sonra, 1934 yılı ile 1944 yılları arasını kapsayan ve Bulgaristan Türkleriyle ilgili 2. Genel Plan olan, yukarıda işaret ettiğim üzere, bir KGB ajanı olan Albay Kimen Georgiev’in Birinci Başbakanlığı (1934) döneminde hazırlanmıştır. Bu plana göre, Sportif ve Turan ocak ve derneklerimiz kapatılmış, 1929’da toplanan Milli Türk Kongresi delegeleri ve önderleri tutuklanmış, içeri atılmış, illegalliğe geçmiştir. Bulgaristan Türklerinin siyasi partisi kuruluş aşamasında baltalanmıştır.
Şu da unutulmamalıdır, anlattığımız olaylar Balkanların ve Avrupa’nın en yoksul ülkesinde meydana gelmiştir. 20. Yüzyılda Bulgaristan defalarca felaketler geçirmiş, iflas etmiş, kırılmıştır. Bulgar kavmi, Bulgar milleti olamamış, birkaç savaşa girmiş ve hepsinde yenilmiştir. Bulgar burjuvazisi toplumsal omurga oluşturamadığı gibi, Osmanlı’da oluşan Bulgar köy zengini çorbacı takımı da 1950’lerde kooperatifleşme ve devletleştirme makinesinde amansızca kıyılmıştır, “Belene” kampında kalmıştır.
1879’da Bulgar Prensliğine Avrupa’dan getirilen ve eski kıtanın hanedan soylarının yönetim rejimini (monarşiyi) Bulgar toplumuna uygulamaya yeltenen Aleksandır Batenberg’in 1886’da taşını fırlatıp ülkeyi terk etmesinin nedeni Osmanlı ruhuyla başa çıkamamasıdır. Yerine gelen I. Ferdinandın Müslüman maddiyat ve maneviyatını tasfiye planını 1912’te Osmanlıya savaş açmasında ve Batı Rodoplarda Pomakları Hıristiyanlaştırmasında ve Bulgarlaştırma denemesinde görüyoruz.
Bugün bir hanedan soylusu edasıyla her akşam bir kutlama töneninde boy gösteren II. Simyon dedesi Birinci Ferdinan’ın ve Babası III. Boris’in zalimliklerini anlatmaya yanaşmazken, 2001’de Başbakan Koltuğuna oturduğunda, ‘hey Türkler siz hala burada mısınız’, 1948’de komünistler beni kovduğunda Türk misafirperverliğine sığındım, bir ihtiyacınız var mı?” demedi. Türkan Çeşme Anıtına bir çelenk göndermedi. Yoksul Türk bölgeleri için program uygulamadı…
1973-1989 yılları arasında Bulgar komünist totalitarizmi, Müslüman-Türk Halk Ruhunu yok etme yolunda yeni zalim denemesi hazırladı ve uyguladı. Türk düşmanı planlar hazırlanırken tepki gösteren Bulgar yoktu. 3 ayda 37 şehit vererek, eşsiz zalimlikle gerçekleştirilen soykırım denemesi Batenperg’in (1879-1886), Birinci Ferdinand’ın (1886-1918) ve oğlu Üçüncü Boris’in (1918-1943) yılları arasında yapamadığını, Pomak ve Türk köylerini kuşatarak, tanklarla ezme denemezinde yeniden 1972-73 ve 1984-1989 totaliter zulmünde yaşadık. Şu iyi bilinmelidir. Büyük bir illegal ve legal savaşım sonucu önce Mart 1989 Büyük Ayaklanmamızla ve 1989 Aralığında Sofya’da halk meclisini kuşatarak totaliter rejim direncini kırıp Todor Jivkov’u devirsek de, mücadelemiz uzun daha uzun sürecektir. Çünkü (bir) ölüm ve millet ve devlet olarak yok olma korkusu Bulgar ırkının kanına ve ruhuna işlemiş ve kâbusu olmuştur. Ayrıca (iki) onların bir asırda 6 defa Müslüman-Türk ruhuna yenilmeleri, kendiliğinden eşine seyrek rastlanan bir düşmanlık uyandırmış ve beslemiştir. Parçalanmış toplumun birleşip tek vücut olması yolları tıkanmıştır.
Türkan Çeşme mitingine selam olsun. Kahraman Türk halkıma selam olsun. Dostlar sağ olsun. Allah Türkiye Cumhuriyetine güç versin.
Paylaşınız.