Gündem Sokağa Taşındığında

Ahmet TÜFEKÇİ
Tarih: 25 Ağustos 2020

Bulgaristan’da siyasetin sokağa taşmasına şaşmadım. Siyaset zaten agorada doğmuş bir sokak çocuğudur. İngiliz grafikçi Brensky “Şempanzeler Avam Kamarasında” grafiği ile önlü olmuştu.

Gidip görenler bilir, Sofya merkezindeki “Banya Başı Camii”nden Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanlığı Sarayı gibi resmi binalara doğru yürürken göreceğiniz Roma dönemi kazılarından bir kısmının üstü camla kaplanmış ve adına da “Largo” denmiş. Protesto gösterilerine katılanlardan 6 kişi Largoya yakın yorgan döşek sermişler ve 30 günden beri açlık grevindeler. İsteklerinin özetinde Hükümetin ve Başsavcının istifası var. Bunlar politik istekler ve belirli bir kesim tarafından destekleniyor. Ağustos’ta Sofya kaldırım taşları çok ısınıyor. Bu nedenle protesto gösterileri gece serinliğinde saat 19-24 arasında yapılıyor. Bu gösterilerin ideolojisi yok. Hararetli konuşmacıları da yok.

Başbakan Boyko Borisov göstericilerle kedinin sıçanla oynadığı gibi oynuyor. Her gün istifa etmeme bahanelerinden yeni birini sahneye sürüyor. Son olarak “Yüce Millet Meclisi seçelim ve Anayasayı değiştirelim!” dedi.

Sokakta açlık grevine uzanmış, başları ölüm yastığında olanlar “Olmaz!”, “Önce İstifa!” sonra diyalog diye ısrar ettiler.

Tüm olup bitenden, uzun ve kısa konuşmalardan, çata pata yazılmış 171 sayfalık bir Anayasa’ya çıkan bir öz yok. Bir defa Bulgaristan gibi medeni gelenekleri olmayan, nüfusu çok kültürlü, derin bunalım içinde bulunan, kendini Avrupa Birliği uygarlığına monte etmekte fazlasıyla zorlanan bir ülkede, yeni bir Anayasa yazmak olağanüstü zor bir iş olmalı.

Bilindiği gibi Birinci Bulgar Anayasası 1879’da, 1878 Berlin Anlaşması maddeleri esas alınsa bile 3-4 aylık bir çalışma gerektirmişti. Bir Prenslik ve Çarlık monarşisine temel yasa olan bu kurallar kitabı 1947’de Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Anayasasıyla rafa kaldırıldı. Aslında halk oylaması (referandumla) geçersiz kılınsa da, bir İncil, bir Tora, bir Kuranı Kerim olarak düşünülmüştü. Üzerinde Osmanlı devleti, Rusya İmparatoru, Almanya Kansleri, İngiliz Kralı ve Fransa Cumhurbaşkanı gibi otoritelerin iradesi ve imzası vardı.

Monarşi kuralları kitabının 1947 yılında geçersiz kılınması aslında iyi oldu, çünkü 19-uncu yüzyılın sonlarında ve 20 yüzyılda Eski Kıtada Monarşilerin yıkıldığı ve politik yönetim biçiminin değiştiği bir zamanda, Bulgaristan’a Prenslik hanedanlığı kurulması ve ardından 1918’de Çarlık ilan edilmesi değişimler tablosuna tersti. O devirde, Rusya İmparatorluğu (1917); Osmanlı Hanedanlığı (1921) yıkılmıştı. Bununla birlikte Balkanlarda ve Bulgaristan topraklarında 300 yıllık bir huzur devrinden sonra gelen Bulgar monarşisi art arda savaşlar başlattı ve hep kaybetti. 4 askeri darbe tarafından hırpalanmış, 1918’de ve 1923’te halk ayaklanmaları yaşamış ve birkaç başbakanının da “agorada” katledilmesi acısı sarsıcı olmuş, 10 yıl süren bir iç savaş geçirmiş ve bir türlü halka uygun olan huzurlu bir düzen kuramamıştı. Bu bakıma Tırnova Anayasası ile getirilen kurallar buza yazılmış yazıydı. En kötüsü de, bu yeni hayat ve ahlak normlarını, vatandaşlık istemlerini halka öğretecek kimseler yoktu. 19-uncu yüzyılın sonu ve 20-ıncı yüzyıl milletlerin oluştuğu devirdi. Osmanlı devletinin içinde Türk ve Bulgar millileşme filizleri ayrı ayrı yeşermişti. 1878’den sonra Bulgar milli kimliği ve devleti Müslüman Türk kimliğini gölgesi altına alarak kurutmayı seçti. Bunu manevi alanda yaparken 2 700 okulun 2200-ünü kapattı, aydınlara nefes aldırmadı, sivil toplum örgütlerinde ve siyasi partide örgütlenmelerine olanak tanımadı, hep sert davrandı. Tırnova Anayasasında Müslümanlar sosyal kişiler olarak tanımlanmıştı.

Aslında Bulgarların derdi kendileriydi. 1879 yılı

İşe bu açıdan bakıldığında 1947 Anayasasının monarşi rejiminden alacağı ne demokrasi, ne, eşitlik, ne de adalet kuralı vardı. Özel mülkiyet kooperatif ve devlet mülkiyeti ile değiştiğinden dolayı, rejimin esasları kökten değişmişti.  İnsanların kimliği bile artık Müslüman Hasan, Ahmet, Hüseyin olmaktan çıkıp, Esnaf Hasan, öğretmen Ahmet, kooperatifçi Hüseyin oluyor, Bulgaristan vatandaşları sosyalleşiyordu. Şekli değişen sosyal kimliğin özü korunuyordu. Fakat Bulgar sosyal kimliği ile Müslüman sosyal kimliği aynı rejimin içinde birlikte yaşamaya devam edeceklerdi.

Her ülkenin kendi millet ve medeniyet modeli olabilirdi. Sosyalist Bulgar devleti uzun vadeli bir program olarak Müslüman Türk kimliğini ve diğer azınlık kimliklerini eriterek yok etmeyi seçmişti. Bu amaçla 1960’lardan başlayarak Türk ve Bulgar okullarını, sınıfları birleştirdi ve Bulgar eğitim programı uyguladı, sosyal yaşamdaki Türk halk kültürüne, İslami geçmişe ve edebiyatına dayalı gelenekleri kısıtladı. Özellikle Türk Cumhuriyet kültürünün Bulgaristan Türklerini uyandırmasından ve Arap medeniyetinin geleneksel etkisinin devam etmesinden korktu. Türk dili, Türk sanat ve kültürü, İslam dini topluca hedef alındı. Türklüğü eritmenin yolu Türkleri zekâsı olan, algılayan, düşünen, karar alan ve kendisini, ailesini, yaşadığı toplumu bilinçli hareketleriyle değiştiren ve kendisine daha yaşanası bir dünya yaratan KİMLİK olmaktan dışlayıp, dilsiz bir odun, dinsiz bir hayvan, zekâsız bir varlık, bir nesne, madde olarak görmeyi seçti.

Bunun pek çok nedenleri vardı. Bir de Bulgarlar, Rus çizmesi altında da olsa, “kendimizin” dedikleri devleti kurduklarında Batı Avrupa’nın o özlenen “Uyanış Çağı” devri artık sönmüş, insanoğlunun kutsallığı ve deha olduğu zamanlar tarih olmuş ve ortaya yüksek zekâlı, düşünen, çözüm yollarının en kısasını arayan, Tanrıyla birlikte kiliseden çıkmış bir Modern Dünya Kimliği ortaya çıkmıştı. Kültür de o eski kültür değildi. Bulgarların, kendilerine 1872’de Yunan papazları kiliselerden  ve manastırlardan kovarak Doğu Ortodoks Kilisesi kapılarını ardına kadar açan Osmanlı devletine ve Bulgar topraklarında kalan Müslümanlara ebedi hürmet arz edecek bir kültürel birikimleri yoktu. Uçan her şeyin yendiğini sanan vahşiler gibi dört yana saldırıyor, dikey İslam medeniyeti serinliğinde yaşayan Müslümanları anlamakta dahi güçlük çekiyorlardı. Aslında Müslümanların Bulgar-Hıristiyanlardan bir şeyler beklemesi boşunaydı, çünkü yatay maneviyatla yaşayan ve Kiliseye de girmeden çıktıkları için Hıristiyan uygarlığını da bir türlü öğrenemeyen bu insanların, aslında Müslümanlara verebilecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Onun için İslam’ı ve Müslümanlığı köreltip bitirmeyi stratejik ödevlerin başına aldılar. Ve bu 142 yıldan beri böyledir. Bulgaristan Müslümanlarının yaşadığı tüm belaların başında da bu vardır. Din ve medeniyet olarak Hıristiyanlık boşalmış, İslam ise dolu kalmıştır.

***

Sosyalist devletin ikinci Anayasası olan 1971 Anayasası.  Bu anayasada da vatandaş sosyal bir varlıktır. Onun hangi milletten olduğuna bakılmaksızın her yerde yöneticisi Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) ve işçi sınıfıdır. Sanki BKP dinler, kimlikler ve medeniyetler üstü bir varlıktır. Oysa BKP de bir cansızdır ve Zekâ taşıyan İnsanoğluna (Türk’e) akıl veremez. Komünist Partisi kültürü ve medeniyeti olan bir şey değildir. Yaşattığı “sınıfsız toplum ideolojisi” tarlaların kooperatifleştirilmesi, işlik ve fabrikaların, taşıt araçlarının ve bankaların devletleştirilmesiyle, toplum sınıfları zaten yok olmuş, ama BKP bu işin farkına varamamış ve toplumu yönetmek için totaliter zulüm usullerini seçmiştir. Bir de şu var. BKP ve Bulgar sosyalist devletinin yanlışları bir değil iki değildir. Bunların başında da tek dilli, tek kültürlü Bulgar milleti ve devleti oluşturma gelir ki, millet oluşturma toslamış, devlet de bunalım kıskacındadır.

Bulgar devleti şu sorulara bile cevap verememiştir. Hıristiyan vatandaş hangi medeni kurallara,  Müslüman vatandaş hangi uygarlık kurallarına ve Katolik vatandaşlar da hangi medeniyetin normlarına göre ayrı ve birlikte yaşayacaklardır?

Sosyalist Bulgar devleti, parti ve toplum öncüleri bu soruların hiç birine cevap getirememiştir. Ve Bulgaristan’da 35 sene süren dini yasaklar dönemi yaşanmış, çocuklar din eğitiminden koparılmış, mevlitler ve bayramlar yasaklanmış, camiler kapanmış, geleneksel İslam yaşam kuralları, ahlakı ve tarzı bozulmuş ve yerine Müslüman halkın kabul edebileceği hiçbir şey konamadığı için, çok ağır kültürel soykırım yaşanmıştır. Aynı şey Türk dili ve Türk kültürü yasaklarıyla Türk Kimliği kıyımı olarak da işlenmiş ve genel Müslüman Türk soykırım denemesi olarak tarihe geçmiştir.

Burada dikkati çeken Avrupa kıtasında ve eski kıtadan bir parça olan Bulgaristan topraklarında Hıristiyan, İslam ve Katolik medeniyet yerine hiçbir ahlak kuralının konamamış olması ve zulüm, baskı ve terörle halkın ezilmesi ve köreltilmesi yolunun seçilmesi ve zalimlik ve mağduriyet devri yaşanmış olmasıdır. O yıllarda Bulgaristan yönetimi (BKP) Rusya (SSCB) yönetimini örnek ve kılavuz almış, fakat Rusya ne imparatorluk ne de SSCB döneminde medeniyet yaratmış bir ülke ve halk değildir. Bunun sonucudur ki, 1991’de SSSB’ne giren Orta Asya Müslüman devletlerinin hepsi birden SSCB’den ayrıldılar ve kendi Cumhuriyetlerini kurdular. Milli İslami medeniyet kurallarını belirleyerek normal barışçı yaşamlarına artık devam ediyorlar.

1991’de 4. Anayasayı onaylarken milli özelliklerimizi dikkate alarak diyalog kurup bir demokratik uygarlığa yönelme karşılıklı tavizlere dayanan bir alternatif aramadı. 1 yıl 3 ay süren Anayasa tartışmaları kısır çıktı. Bulgaristan Müslümanlarının bireysel ve kolektif haklarına katkı sağlanmadı, eğitim gibi konularda aydınlanma kapısı açılmadı. Türk bölgeleri, bir sömürge bölge gibi A.Doğan emrine verildi ve o da azılı Türk medeniyeti düşmanlığını gizleyemedi. 2 okul ve 1 hastane bile kurmadı.

Bulgar nüfus ve kamuoyu 19-cu asrın sonunda başlayan ve 20-ıncı yüzyıl boyunca devam eden Bulgaristan’da yaşayan azınlıkları tarihsiz, dilsiz ve kültürsüz bırakarak eritme ve giderek asimile etme siyasetine yeni şekilde devam etme siyasetine bağlı kaldı. Totalitarizm cesedi etrafında apıştık kaldık. İslam medeniyeti düşmanlığı devam ederken, Rusya’dan alacak bir şeyler olmadığından Batı Avrupa’ya el uzatıldı, fakat orada da bütün trenler artık kalkmıştı.

20-inci asırda 12 defa denenen isim ve din değiştirmeye zorlayarak, anadil, adet ve gelenekleri yasaklayarak kimlik değiştirme denemesi her defasında geri püskürtüldü ve en sonunda 1989 Mayıs Türk Ayaklanmasıyla rejim değişikliğine yol açtı. Fakat Bulgar kamuoyu uyguladığı zulmün sonuçlarından ders çıkarmadı.

Çıkarılması gereken sonuçlarsa şunlardı.

1-Kan ve zülüm üstüne kurulan rejimlerin ömrü az olur.

2-Medeniyetler devrimlerle gelir. Bulgaristan’da öz kültür mayalanamamış, devrim olmamış ve dolayısıyla milli medeniyet gelişmemiştir. Rusya kendinde olmayan bir şeyi Bulgaristan’a nasıl versin, kültür ve medeniyet verememiştir.

Batı, dediğimizde burada Batı Avrupa’yı anlıyoruz. Kadim zamanlardan, Antik Çağdan, Orta Çağlardan, Uyanış Çağından ve Aydınlanma çağından, Tanrının Kiliseden çıktığı devirden ve İnsanın zekâsını kullanarak geleceğini ellerine aldığı devirlerde beraber olmadığı bir halka kültür ve medeniyet akıtmak, aşılamak ve onu beslemek çok zordur. Neden mi diyeceksiniz?

Çünkü eğer biz bugün mecazımızda medeniyeti bir çayın dibi ve yanları olarak, kültürü de içinden akan su olarak görürsek, Batı medeniyetinin dibi ve duvarları kendinin, içinden akan su da kendinindir, biz bunu İslam medeniyet ve kültürü, Çin medeniyet ve kültürü için de söyleyebiliriz. Ne yazık ki, bu kültür ve medeniyetlerin (bu çayların) hiç birinde Bulgarların geçmişi ve  yeri yoktur.

Biz Bulgaristan’da aynı çayın içinde hem İslam, hem Hıristiyan hem de Katolik yani üç kültür ve medeniyetin birlikte olmak zorunda olduğunu görebiliyoruz. Maalesef arkada kalan asırlarda Bulgar kültür ve medeniyeti 7 defa kırılma geçirmiş, kırık yere yapılan aşılar da defalarca kırılmıştır. Bundan dolayı milli kültür taşıyıcısı olarak Bulgar kavmi şans kaybetmiş ve ne yazık ki bu süreçlerde orta direk olabilme özelliklerini de yitirmiştir. Bugün nüfus ve kültür olarak kendini yeniden üretemeyen, devlet ve millet olarak damarları tıkanmış ve hayatını uzatabilmek üzere kendini kısmen arıtmaya çalışan bir milletin agora meydanındaki can acıdan çığlıklarını dinlemek zorundayız.

Bugünden başlayarak yeni Bulgar anayasası görüşmeleri meclis içinde başlamış bulunuyor. Eğer ülkedeki meclis içi ve dışı tüm güçler arasında diyalog kurulup görüşmelere başlanmazsa seçilen Yüce Halk Meclisi ve onaylanacak yeni Anayasa’nın da ömrü az olacaktır.

Daha yaşanası günleri özlerken anayasasız bir medeniyette yaşamayı hep hayal etmişimdir.

Okuyanlara teşekkürler.

Korona salgını uyarılarına uyalım. Birbirimizi koruyalım! Bu kural, yeni medeniyet kuralları arasında en önemlisidir.

Sağlıcakla kalınız.