Demokrasi Bir Balon Mu?

Ertaş ÇAKIR
Tarih: 29 Ağustos 2020

Yaşadığımız dünyada insanların el ele verip iradelerini birleştirip gerçekleştirdikleri en büyük iş DEVRIMLER ise, hedeflerinde olan her defasında DEMOKRASİ olmuştur.

Demokrasi halk anlamına gelse de, burada söz konusu olan HALK İDARESI yani halk yönetimidir.
Halk yönetiminin hedefinde ise, hep insan olarak daha iyi daha güvenli yaşamak vardı ve hala var.

Bugün dünyadaki 192 devletten 123’ünde demokratik yönetim olduğu kayıtlara geçmiş ya da bu devletlerin ana yasasında demokrasi kavramına yer verilmiştir. Osmanlıdan koparak ayrılan birçok Arap soyu devlet kuramasa da “demokratik devletler” listesinde yer almış bulunuyor.

Çağımızda demokrasi saygı gören, sayıca da çoğalan bir yönetim düzenidir ki, 1972’de dünyada ancak 40 demokrasi varken, yukarıda da işaret ettiğim gibi, 48 yılda demokratik rejimler listesine yeni 83 devlet katıldı.

Bu devletlerden biri Bulgaristan Cumhuriyetidir.

1879’da Bulgaristan bir Prenslik olarak doğmuştur. Prenslik monarşi yani tek kişinin yönettiği bir rejim biçimidir. Ne cumhuriyet ne de demokrasidir. Demokrasi halk yönetimi iken, cumhuriyet de, söz olarak halk yönetimi, devlet yönetimi, toplum davası gibi anlamlara gelirken, aslında bir devlet yönetim biçimidir ve devlet halkın oyuyla seçilen makamlar tarafından yönetilir anlamını taşır.

Demokrasi ülkelerde en güçlü devlet organı halk meclisidir. Meclis bir yasama organıdır. Seçimle görev başına gelen milletvekillerinin çalıştığı makamdır. Bulgar meclisinde 240 milletvekili vardır. Bu mecliste milletvekillerinden 230’у partilere bağlı, 10’u da bağımsızdır. Şimdiki mecliste 7 parti vardır. 4-ü iktidarda, 3’ü de muhalefettir. Muhalefet partilerinden olan Hak ve Özgürlük Hareketi genelde Türklerin oy verdiği partidir. Fakat bu parti Müslümanların davasını güdeceğine, mafya ve oligarşi dediğimiz para babalarına hizmet etmektedir.

***

Daha ilk bakışta demokrasi ve cumhuriyet Prens, Çar, Kral gibi monarşi idare biçimini temsil eden kavramlardan çok uzaktır. Çünkü Bulgaristan gibi küçük ve tarihi kırılmalı ve birbirine düğümlenmesi bile çok zor parça buçuk olan devlerde hanedan soyları geçmişin karanlığında kaybolduğundan, Prensleri, Çarları hep dış ülkelerden atanmıştır.

1878’de Prenslik ilan edilen Bulgaristan’a idareci olarak gönderilen birinci Prens Aleksandır Batenberg’tir.
Alman ve Rus İmparatorluk Soylarından kırma biridir. Bu yüksek görevi hak etmesi ise, bir de Osmanlı ile Rusya arasındaki son büyük savaş olan, Bulgaristan’da “Plevne” ve “Şipka” savaşı olarak bilinen, Türkiye tarihçilerince ise “93 Harbi” olarak anlatılan tarihsel çarpışmalara bir genç Rus Subayı olarak katılmasından da kaynaklanır.

Bu ayrıntıya girmemin sebebi ise, 1879 ilk Bulgar Anayasası’nın bütün yönetimi Prense vermeyip, ülkede son söz halkın olmalıdır inancıyla Bulgaristan’ı bir de parlamenter monarşi ilan etmesinde gizlenir. Burada parlamenter monarşi kavramının anlamı büyüktür. Osmanlı da aralarında Büyük devletler Bulgaristan’a Prens atarken parlamentonun (meclisin) 4 yıllık görev süresi vardır. Bulgaristan parlamento tarihinde ömrünü mecliste geçirmiş biri yoktur. Parlamenter monarşinin derin anlamında “son söz”, “kesin irade” halkındır yanı seçmenindir, anlamı gizlidir ve Prense hitaben açılımı da, halkın seçtiği mebusların aldığı kararları uygulamak zorundasın,  anlamını taşır.

Ne var ki Çar Ferdinand ve oğlu III. Boris anayasal hakları sürekli kırpmış ve lehinde değiştirmiştir.

***

Anayasa bir ilahı temel yasa değildir.
İnmemiştir, gönderilmemiştir. İslam’dan farklı olarak, Hristiyanlığın kutsal kitabında insanların ve toplumun hangi yasalara göre yaşayacağı tek tek yazılmamıştır. Din adamlarını (episkopları, papazları) krallar, meclis ve politikacıların mı atayacağı açık olduğu gibi, Kralları da Papa mı atayacak yoka hanedanlık bir doğal hak mıdır gibi konular çok sert tartışmalara ve çatışmalara neden olmuştur.

Bu uzlaşmazlıklar büyük savaşlara neden olmuştur. Huzur isteyen halk bu kavgalara son vermek için demokrasiye dönmeyi seçmiştir.  Böylece son söz benim diyen Krallar’ın “kutsal hakları” ellerinden alınarak seçim sandığına taşınmıştır. Böylece seçim sandığı prenslerden ve krallardan güçlü olmayı başarmış ve halk kendi arasında toplum sözleşmesi imzalayarak son söz yani iktidar sahibi olmuştur. Politik tarihin büyük kısmı bu çelişkileri çözmeye çalışmıştır.

***

Ne var ki, bu 1944 yılına kadar monarşi diktatörlüğünce yönetilen Bulgaristan’da işler böyle yürümedi. Çarlık düzeni istenmese de Halk Ayaklanması yaşanmadı. Çar Ferdinand anayasayı değiştirip bütün iktidarı elinde topladı. 1912’de Osmanlı devletine savaş bile açtı. 1913’te Pomakların isimlerini değiştirdi, Müslümanları asıp keserek ve camilerini yıkarak Bulgarlaştırıldı. “Cumhuriyet”, “demokrasi” veya başka bir biçimde halk iktidarı diyenlerin dilini, elini, kolunu kestirdi, iç savaş ilan etti, Müslüman azınlığın omurgasını oluşturan ve kendi dili, yazısı, halk bilgeliği, dini, edep ve ahlakı, yaşam gelenekleri olan Türkler başta olmak üzere, herkesi kör bırakmaya, hocaları ve öğretmenleri vatandan kovmaya devam etti.

***

Güçlü devlet rejimi kuramayan, kültür yaratamayan ve ayrıca Osmanlı geleneklerini de kötüleyerek hayattan söküp atma yolunu seçen Çar rejimi, ne Rus’tan ne de Batı’dan Bulgar Çarlığına bir medeniyet – yanı kurallı bir düzen – getiremedi. Devlet ve toplum halka rağmen, halk iradesine, halkın bilinç ve inancına karşı yönetildi, art arda savaşlarla felakete sürüklendi. Sanayileşme modernleşme yolu açılamadı. Kısacası, 1879-1944 yılları arasında Bulgaristan yaşamında “cumhuriyet”, “demokrasi” ve “halk iradesine uymak” gibi bir izden eser yoktur.

1944’ten sonra Bulgaristan 2. kez Rusya esaretine düştü. Daha önce kültür, edep ve ahlak olarak hiçbir şey gelmeyen Rusya İmparatorluğu kaynağından, 1944’ten sonra bir şeyler beklemek tamamen beyhudeydi, hayaldi. 

Neden mi diyeceksiniz?
Bu soruyu şimdiye kadar ele almadık. Sorunun 2 yanı var.

Olayı açmaya 1917 Ekim (Lenin) Devrimiyle başlayalım. İşçi sınıfı devrimleri olacağını ve adaletin tam hüküm süreceğini hilesiz bir dünya hayaliyle yazan Karl Marks, hiç bir eserinde “kapitalizm dünya çapında çürümeden ve sosyalist devrim koşulları bütün ülkelerde olgunlaşmadan sosyalist devrim (olabilir) yapılabilir” yazmamıştır.  Bin yılın düşünürü olan Marks, hiçbir işini olasılığa bırakmamış ve yazılarında ikircimli durumlar yoktur.

Yahudilerden ve Almanlardan para alan Vladimir İliç Lenin, “sosyalist devrimin kapitalizmi gelişmemiş, hatta yeni yeni gelişmeye başlayan Rusya gibi bir ülkede sosyalist devrim zafer kazana bilir” teorisini geliştirirken büyük bir yanlışlık yapmıştır. Bir defa Yahudilerin Rusya’dan Amerika’ya 768 ton altın kaçırarak alacağın kapanması, sonuçta devrimi kansız bırakmış, dirilmesi yollarını tamamen kapamıştır. Bu durumda en akıllı aksakallıların yöneteceği halk idaresi kurabilme yolları tamamen kapanmıştır.

Kan gölü üzerine oturan ve katledilenlerin sayısı büyük olan devrimlerin ömrü kısa olur kuralı hemen kendini belli etmiştir.

Ekim devriminden hemen sonra Komünist Partisi ile baskı güçleri, polis, ordu ve istihbarat tek yumruk olmuş ve terör dönemine geçilirken Sovyet “proletarya” diktatörlüğü kurmuş ve Stalin döneminde bu Stalin diktatörlüğüne dönüşmüştür.” ve bu kanlı dönem henüz tam sayısı bilinmese de 10 ile 30 milyon kişinin katledilmesiyle sonuçlanmıştır.

Stalin diktatörlüğünün özelliklerinden en önemlisi nedir?

Stalin kenardan da olsa Ekim Devrimi’ne katılan liderlerden biridir. Yazılarımdan birinde Rusya İmparatoru II. Aleksandır’ın gizli oğullarından olduğunu, Rusya Çarlık Aksi İstihbaratı tarafından gizli yetiştirildiğini ve daha sonra, gerçek kimliği gizlenip sahte bir kimlikle Rusya İşçi Hareketi ve Sosyal Demokrat İşçi Hareketine katılarak ve Gürcistan’da bir banka soyduktan sonra Bolşevikler arasında yükseldiğini yazmıştık.

Stalin’le ilgili özellikle 20.asrın sonunda ve 21. asırda çok eser yazıldı. Belgeseller çekildi. Bizim için ilginç olan daha 2. Dünya Savaşından önce 100 millet, soy ve boydan oluşan, değişik diller konuşan, dinleri ve kültürleri farklı, yeryüzünün yarısına yayılmış yüz milyonlarca insanı gemleyip eşine rastlanmamış bir zulümle hepsine boyun eğdirmesidir.  Bunu “VATAN”, “Parti” ve özellikle de “Stalin” simgesinde birleştiren de odur.  Onun neredeyse tek başına bunu yapabilmesi ilginçtür.

Onun hayat yolu kitaplarını okuyanlar bilir. Stalin gençliğinde K. Marks, Fr. Engels ve V.İ. Lenin gibi diyalektik maddeci düşünürlerden fazla Seneka, Epiket ve Mark Awreliy kitaplarını  elinden düşürmemiştir. 16 yüzyılın Stoacı dehası Liicius’la çok ilgilenmiştir. Onu sürekli ilgilendiren, Stoacıların Katolikler ve Lüterciler arasındaki savaşlarda uzlaşma noktasını bulması, felsefi yaklaşımla din savaşlarını durdurması ve yeni kuralları halka kabul ettirme başarısıdır.
Modern Çağda Avrupa’yı uyandırıp yasalara göre yaşamaya öğreten felsefe olmuştur.
Stalin, sanki komünizmin, hele 1917’ Ekiminde başlayan kanlı serüvenden bir kültür ve uygarlık doğacağına asla inanmadığından, Rusya için çözümler aramıştır. O, bu çözümü Stoacıların insanın belirli değerler adına kendini kilise (din kurumları) dışında da disiplinli, edepli ve saygılı, itaatkâr olmaya zorlayabilmesinde görmüştür. Stalin zekâsında insanı disiplinli olmaya zorlayan akıl sivrilince ve tarihte ilk kez Stoacılar felsefesi kılavuz alınarak Hollanda Paralı Ordusu kurulduğunda kaydettiği zaferlerden esinlenerek, kendisinin belirlediği disiplin kurallarına dayanarak Sovyet Toplumunu ve Kızıl Orduyu kurmaya karar vermiştir. Kural olarak Stoyacıların kilise dışında kendi kendini disipline, kurallara göre yaşamaya zorlaması olmuştur. Bu zorlamanın Modern Avrupayı yarattığını görmüştür. Sovyet insan tipini yaratırken, insanoğlunun kendini bir şeye zorlama içgüdüsü sahibi olduğuna inanarak hareket etmiştir.

Onun yarattığı ortak simge “Ortak Vatan”, ikincisi de “Kızıl Ordu yenilmez ordu!” iddiasıdır. Kendisini yasalar üstüne çekerek, putperestliği seçen Stalin, kendi “Mareşal resmini”,  “Kızıl Yıldızı” ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği armasını (SSCP) kutsal sembol yapmıştır.

Değişik din ve medeniyetlerden olan insanlardan aynı kurallarla yaşayan bir tek vücut, bir toplum yaratabilmek için o Sovyet insanını sabah korkuyla uyanmaya ve akşam korkuyla yatmaya alıştırırken, adalet kıstasının da anayasa ve kanunlar, gelenek ve inançlar değil, kendinin 2 dudağı arasında olduğuna inandırmıştır.

Korku o kadar büyümüş ve güçlenmiştir ki, 30 milyon insanın toplama kamplarından, yeraltı ve yer üstü zindanlarından geçtiği bir ülkede, devlet zulmüne karşı tek ayaklanma olmamıştır.

16.yüzyılda Modern Avrupa’nın mayası olan bu düşüncede öz olan, aç, çıplak, sefil olmak kötü, ama insanın doğuştan görevi (yaratılış motifi) özverili çalışmak, disiplinli olmak ve etrafını temiz tutmak olduğu her bireyin zekâsına kazınarak yeni yaşam kuralları yaratılmış ve uygulanmıştır. 1991’de Lenin-Stalin Sovyet devleti yıkılmış, ardında bir kültür ve medeniyet bırakmadığından dolayı, günümüzde yeniden, parlamentosu göstermelik, tek kişilik totaliter rejim seçeneğine yönelmiştir. Stalin örneği bize Bulgaristan için önemlidir.

Bunu anlatmamın nedeni ise şudur.

1944’te Bulgaristan, halk oylamasıyla prenslik, çarlık ve monarşiden kurtulurken, yeni düzen “cumhuriyet”, “halk”, “sosyalizm”, “sosyalist demokrasi” gibi kalıplara paketledi. Ama bu elimizdeki demir paranın yalnız yazı tarafıydı. Tura tarafında “Stalin kuralları” uygulandı. Bizde de, 25 bin kişi, tam Sovyetler Birliği’nde, Stalin örneğinde olduğu gibi, yargısız hukuksuz yok edildi.
Sibirya ölüm kampları örneği bizde 27 Ağustos 1959’da Anayasa ve kanunlara göre, Bakanlar kurulu, devlet konseyi, İç İşleri Bakanlığı, meclis ya da Başsavcılık kararıyla değil, BKP MK Politik Büro kararıyla, Tuna nehrindeki “Persin” adasında “Belene” ölüm kampı açıldığı gün uygulanmaya başlandı. Ardından 165 çakıl kırma kampı açıldı. Bunları sindirerek, bezdirerek eğitme ve yeni düzene boyun eğdirmek için açıldı.  Bu kampta 1964’ten sonra Pomaklar ve 1984’ten sonra Türkler de yattı. 1984-1989 yılları arasında bütün ülke toplama kampı olmuştur.

Diktatör Jivkov her kavşağa polis dikti. “Belene” kampında bir mahkûmun bir günde yediği yemeğin tutarı (tay) 0.75 stotinkaydı, (stotinka – Bulgar levasının kuruşu), tutukluları bekleyen köpeklerin maması ise 0,85 stotinkaydı. Yeni Bulgaristan tarihinde bu kampta zulüm edilerek öldürülenlerin sayısı bilinmiyor. “Belene” olayı Bulgaristan Hak Cumhuriyeti tarihindeki en ağır suçlardan biriyse, ikincisi de sözüm ona “soya dönüş süreci” yani Bulgaristan Müslümanlarına karşı işlenen soykırım denemesi, katliam, kültürel soykırımdır. Bu iki dev cinayet Bulgarları olduğu kadar Türkleri ve diğer azınlıkları çok ağır yaralamış, en kötüsü de katillerden, suçlulardan hiç biri yargılanıp ceza almamıştır. Hatta hepsi ödüllendirilmiştir. “Belene” Ölüm Kampı Baş Amirinin oğlu Toma Tomov’un 2017’den beri Halk Meclisinde BSP partisi milletvekili olması, buna parlak bir kanıttır.

***

Bu bakıma 1944- 1989 yılları arasında Bulgaristan’da “halk idaresinden”, demokrasiden”, “eşitlikten” ve “adaletten” asla söz edilemez. Egemen olan totalitarizmdi. Yönetim ve yürütme partinin eline geçmişti. Anayasada BKP’ye böyle bir görev tanınmamıştı. BKP hem meclis, hem hükumet, hem kanun, hem polis, hem savcı hem gardiyan hem de katildi. Dünyaya kendini “demokrat” olarak tanıtıyor, radyo, basın ve TV-ler halka onun güya “halkçı”, “insancıl”, “adil” ve eşitlikçi” olduğunu anlatıyordu.

1947 ve 1971 ve ardından gelen 1991 anayasaları Bulgaristan’ı faşist totalitarizmden, komünist totalitarizme ve sonunda eski komünistlerle milliyetçi-ırkçı faşistleri teni totalitarizme taşıdı. Yıllardan 2020’dir.  Artık tüm kozlarını oynayan Bulgar “demokrasi” oyunu, 5. anayasa olmadan oynanamaz, teziyle sahnededir. Çökmüş devletler sürekli anaya yenileyerek ömrünü uzatmak ister. Bizde de öyle. Halkın ise boş laflara karnı yok. Vaat dinlemek istemiyor.

Bir defa 142 yılda bizde anayasa ruhu ve zihni – aklı oluşamadı. Bakan kıtlığında Adalet Bakanı seçilen “hukukçu müsveddesi”  Daniel Kirilov’a “aman bir anayasa hazırlayıver” emri verilmiş. Bakan eski anayasayı % 90 kopyalamış ve güzellik olsun diye % 10’nu da kırpmış. Kırptığı yerler arasındabağımsızlığımız, egemen bir ülke olduğumuz, ülkede azınlıkların yaşadığı, azınlıkların da insan olduğu ve insan hakları olması gerektiği” gibi maddeleri silmiş.

Bir yerine de ekte bulunmuş ve“eğer hırsız, rüşvetçi, dolandırıcı, vergi kaçakçıları;  paralarını dış ülkelere kaçıranlar; halkı ezmekten övünç duyanlar; çocukların cahil kalmasına sevinenler ve tekel, oligarşi, para babası, mafya şeklinde örgütlenmiş şahıslardan birisi tesadüfen mahkemelik olursa, savcılar ve yargıçlar baş başa versin ve Başbakana da danışarak, önce yeni bir ek kanun maddesi yazsınlar, bu madde mecliste onaylansın ve dava o zaman açılsın demiş.” Hukukçuların tepkisi büyük oldu tabii. Ağır oldu da, Bakan Daniel Kirilov  da nihayet olayın ciddiliğini anlamış olacak, hemen istifa etti.

Ardından bir istifa daha oldu. Meclis tarafından seçilen Yüksek Seçim Komisyonu Başkanı Bayan Stefka STOEVA da istifa etti. Gerekçesi şöyle. Millerin % 80’ni okuma yazma bilmez,  okuduğunu anlamakta açız. Yerel seçimlerde 650 bin geçersiz oy çıktı. Şimdi makinelerle seçim yapılsın diyorsunuz, oyların % 90’sı geçersiz çıkarsa “ben utancımdan seçim sonuçlarını açıklayamam” dedi ve istifasını dundu.

Her gün bir şeyler oluyor.

Bakalım daha neler yaşayacağız. Halkın cahilliği, sefillik, kültürsüzlük ve medeniyet eksikliği Stalin’in düşündüğünden daha ciddi bir şey olacak ki, bizde olumluya mayalanamıyor.

Korkmayın, Bulgar’da demokrasi balonu patlamaz. Çünkü demokrasi yok.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Korona olayı ortak davamızdır. Dikkatli olalım! Kendimizi koruyalım. Disiplin şart.

Okuyanlar Paylaşsınlar.

Teşekkürler